Salı, Haziran 20, 2017

“Yaşam Hakkı”na Saldıranın “Yaşam Hakkı”: Ölüm Cezası


“Öt sen, öt, kardeş sesin
Sulara rüzgârlara karışsın
Zalim ürksün sağır işitsin

Öldürmeyeceksin!”           
                 Necati Cumalı

Her şeyden önce, ölüm cezası hakkında “istikrarlı” bir tutum alabilmek için, en uç örnekteki suçlar ve failler hesaba katılmalı; vahşice işlenen bir cinayet, bombayla onlarca/yüzlerce insanın canına kıyılması ve en nefret ve tiksinti uyandıran suç tipleri ve sanıkları hatırda tutulmalıdır. Zira idam tartışmasını gündeme taşıyan/alevlendiren genellikle bu tür öfke uyandıran bir güncel olay/suç olmaktadır. Örneğin Türkiye’de idam, Özgecan Aslan cinayeti ve “darbe girişimi” sonrası yeniden gündeme gelmiştir/getirilmiştir. Diğer bir husus da, ölüm cezasına karşı olmanın, bu en uç suç tiplerinin sanıkları hakkında “cezasızlık” savunusu anlamına gelmediğinin sürekli akılda tutulması gerektiğidir. Çünkü bu tür suçlarda fail, ölüm cezasına yer verilmeyen bir cezalandırma sistemi söz konusuysa, müebbet ve/veya ağırlaştırılmış müebbet hapis ile cezalandırılabilmektedir. Dolayısıyla tartışma, yalnızca, failin “yaşamına son verilip verilmemesi” meselesi üzerinedir.  Ve her meselenin olduğu gibi ölüm cezası konusunun da çeşitli boyutları/yönleri bulunmaktadır. Bununla birlikte, tartışmanın, esas olarak, “toplumu savunmak” ve “bireyin yaşam hakkı” olmak üzere iki ana eksende yürüdüğü söylenebilir.

Yaşam Hakkı

Almanya’da, 17.yüzyılda, tek bir ceza yargıcının ölüme mahkûm ettiği kimselerin sayısı 20.000’i geçmekte; 18. yüzyılda Bavyeranın bir tek bölgesinde 1748 ile 1776 arasında infaz edilen ölüm cezalarının sayısı 1.100’ü bulmaktadır. Böyle bir tarihsel durumda/ortamda Beccaria, ölüm cezasının ilgası fikrini, "Suçlar ve Cezalar" adlı eserinde savunmuş; bu cezanın, hiç bir hukukî temeli bulunmadığını, olsa olsa, bazen, ferdin vücudunun ortadan kaldırılmasının toplumun muhafaza ve müdafaası için faydalı olacağı yolundaki -fiilî ve pratik denilebilecek- bir mülâhazaya dayandırılabileceğini öne sürmüştür. Daha sonra Beccaria, ölüm cezasının, normal şartlarda, toplum için, zorunlu ve faydalı da olmadığını göstermeğe çalışmış ve hiç bir hukukî esası ve pratik faydası bulunmayan bu cezanın kaldırılması gerektiğini iddia etmiştir. Beccaria'nın fikirleri, kendi yaşadığı 18. yüzyıl “insanî felsefesine ve oradan da bütün müstakbel asırlara tesir etmiştir”.  Fransa'da, ansiklopedistler, İngiltere'de Bentham, Amerika'da Franklin, Beccaria'nın fikirlerini benimserler. Fakat ölüm cezasının kaldırılması lehindeki bu cereyan, 19. Yüzyılın sonlarında duraklamış, ve hatta yerini, bilhassa bazı suçlar için, cezaların ağırlaştırılması gerektiği fikrine bırakmıştır. Bu değişiklikte, çeşitli bilim kollarında varılan neticelerle Darwin teorisinin etkisi olduğu ve artık tartışmanın zemininin “toplumun savunması” eksenine kaydığı belirtilmektedir: ”Tecrübî ilimlerin, antropoloji, etnografya, sosyoloji ve istatistiğin inkişafı ve Darwin ve pozitivistlerin nazariyelerinin tesiri ile ölüm cezasının leh ve aleyhinde bir takım hissi ve nazari mütalâalar ileri sürülmekten vazgeçilmiş, ve mesela cemiyetin müdafaası bakımından ölüm cezasının uygun olup olmadığının tetkiki gibi pratik ve realist bu sahaya intikâl ettirilmiştir. Darwin'in istifa nazariyesi ve cemiyete intibak etmeyenlere karşı cemiyetin korunması fikri ile ölüm cezası arasında bir yakınlık müşahede edilmiştir. Diğer taraftan, yeni yeni doğmakta olan cinai istatistik ilmi sayesinde suçlarda müşahede edilen artış, cezanın kifayetsizliğine atfedilmiş ve böylece, cezaların kifayetsizliği neticesinde suçlarda vukubulduğu kabul edilen bu artıştan ölüm cezası lehinde neticeler çıkarılmağa başlanmıştır” (Demirel, 1955).

Günümüzde “yaşam hakkı” argümanı, “ölüm cezasının infaz biçimleri” ve “devletin yaşamı koruma ödevi” kapsamında ileri sürülmektedir. Buna göre ölüm cezasının yerine getiriliş çesitlerinin hepsi insan onurunu, diğer bir ifadeyle yaşam hakkının insan onuru çekirdeğini zedelemektedir dolayısıyla bu cezayı yerine getirenler bakımından Devletin insan onuruna aykırı bir davranışı söz konusudur. Öte yandan devletin yaşamı koruma ödevi, devleti, yaşamı koruma ve gözetmekle yükümlendirmektedir. Ayrıca bu tür temel hak zedelenmeleri, diğer temel haklardan farklı olarak daima giderilmesi olanaksız zedelemelerdir. Sonuç olarak “yaşam hakkı”, ölüm cezasını kaldırma konusundaki bir gerekçe olarak, yaşam hakkının ve insan onurunun mutlak anlamda korunması zorunluluğunu ifade etmektedir. Buna karşı, suçlunun cinayet işlediğinde kendi yaşama hakkını kaybettiği ve bu nedenle hayatını yaşamaya layık olmadığı iddia edilmektedir. (Gören, 2006).

John P. Conrad’ın başını çektiği idam cezası karşıtları, idam cezasıyla devletin, aslında “yanlış” olarak nitelendirilen bir hareketi (öldürmek) bizzat kendisinin gerçekleştirdiğini vurgularlar. Bu iddiaya cevaben, öldürme eyleminin her koşulda eşit olarak değerlendirilemeyeceği, nasıl ki bir savaşta düşman ordusunun askerlerini öldürmek ya da meşru müdafaa (nefsi müdafaa) hakkına dayalı olarak adam öldürmek hukuk sistemlerinde suç kabul edilmiyorsa, idam cezasının da adam öldürme kapsamına girmediği ifade edilmektedir: “Zira bu temel kuralın dayanağı, masum bir insanının haksız şekilde öldürülmesidir. Oysa idam cezası alan mahkûmlar, masumiyetlerini kaybetmiş ve suçlulukları ispatlanmış kişiler oldukları için, onların öldürülmeleri masum insan öldürmekle aynı kefeye konulamaz. Ayrıca, bu masumiyet ayrımının yapılmaması durumunda tüm cezalandırma yöntemleri anlamsız olacak, zira cezalandırma yanlışa yanlışla karşılık vermek anlamına gelecektir.” [1]

“Yaşam hakkı” bakımından yapılan masum/suçlu ayrımı olsun, örnek verilen “meşru müdafaa ve savaş hali” olsun tartışılması gereken konulardır. Her şeyden önce meşru müdafaa, saldırıyı savuşturmaya yönelik ve saldırıyla orantılı bir savunma hakkıdır. Örneğin defedilmiş bir saldırı sonrası saldırganı yakalayıp öldürme hakkı vermez. Oysa ölüm cezası, devletin saldırı esnasında ve hatta saldırganın yakalanması sırasında öldürmesinden farklıdır. Dolayısıyla ölüm cezası, hem meşru müdafaa hem de savaş halinden ayrı, benzerliklerinden daha çok farklılıkları olan bir duruma işaret eder. Keza masum/suçlu ayrımı da, ölüm cezasının yalnızca “cinayet” suçuna özgü olduğunu varsaymakta ve esas olarak “kısas ve kefaret/ödetme” saikiyle ilişkili görünmektedir. Oysa ölüm cezası sadece cinayet suçuna özgü olmadığı gibi, hangi suçlar bakımından kabul edilip edilmediği ve gelecekte kapsamının genişletilip genişletilmeyeceği konjonktüre bağlı olarak değişebilir. Kaldı ki, birey bakımından “intihar etmek” bir hak olarak kabul edilmezken, kurumsal iktidara ölüm cezası kapsamında öldürme yetkisinin verilmesi, bireye tanınan en temel bir hakkın, istisnai bir hakka dönüşmesinin yolunu açabilir.     

Toplumu Savunmak

Ölüm cezasına toplumu savunma eksenli yaklaşımda, tartışma, cezalandırmanın fonksiyonları üzerinden yürütülmektedir. Ceza politikası bakımından “bütünleştirici yaklaşım”, cezanın; misillemeci, caydırıcı ve ıslah edici fonksiyonlarının birlikteliğine vurgu yapmaktadır. Cezalandırma, suçlunun toplumla yeniden bütünleşmesini amaçlamakta, bununla eş zamanlı olarak da, suçluya işlediği suçtan dolayı misillemede bulunmakla cezalandırılma yoluna gidilmesi, toplumun yatışmasını sağlamayı hedeflemektedir. Bu arada da, yeniden sosyalleştirici çalışmalarla, potansiyel suçluların ıslah edilmesi/yeniden suç işlemeyecek bir hale getirilmesine çalışılmaktadır (Kızmaz, 2005).

Ölüm cezası açısından faili “ıslah etme” fonksiyonu söz konusu olmadığından cezanın potansiyel suçlular bakımından “caydırıcılık” ve fail bakımından “misilleme/ödetme” etkileri tartışmanın odak noktasını oluşturmaktadır. Ölüm cezasının caydırıcı etkisinin olup olmadığına ilişkin tartışmada genel olarak psikolog ve kriminologlar caydırıcı bir etkinin söz konusu olmadığını iddia ederken, ekonometrik (istatistik) çalışmalar bunun aksini savunmaktadır (Dezhbakhsh vd. , 2003). Caydırıcılık kapsamında ekonomist Ehrlich tarafından gerçekleştirilen çalışmada, 1933’ten 1969 yılına kadar ABD’de işlenen cinayet suçları oranı ile idamlar arasındaki ilişki açıklanmaya çalışılmıştır. Ehrlich, ölüm cezaları ile adam öldürme oranları arasında ters bir ilişki tespit etmiş, ölüm cezasının sıklıkla
uygulandığı bölgelerde cinayet oranın daha az işlendiği bulgusunu
saptamıştır. Buna göre, her gerçekleşen bir idam, yedi veya sekiz cinayeti engelleyecek şekilde etkili olmaktadır (Kızmaz, 2005). Bu kapsamda yapılan bir başka çalışmadaysa, her bir idamın yaklaşık on sekiz potansiyel kurbanın hayatını kurtardığı savunulmaktadır (Dezhbakhsh vd. , 2003).

Bununla birlikte, suç oranları üzerinde ceza yaptırımının etkisini gösteren bu tür araştırmalar sorgulanmakta, yaptırım tehdidinin caydırıcı etkisi ile kriminal yoğunluk arasındaki ilişkiyi saptamaya yönelik araştırma bulgularının her zaman birbirleriyle örtüşmediği dile getirilmektedir. Başka bir deyişle bazı araştırmalar, suça eğilimli olanlar üzerinde yaptırım tehdidinin caydırıcı etkisinin düşük olduğunu ortaya koyarken, bazı araştırmalar da güçlü bir etkiyi saptamıştır. Ayrıca farklı gruplardaki caydırıcılık etkisi de, cezalandırmanın kesinliği ve sertliğine göre değişkenlik arz etmektedir (Kızmaz, 2005).

Genelde idam cezasını rasyonelleştirmeye çalışan “retribution theory” gibi anlayışların “lex talionis” prensibine dayalı olduğu görülmektedir. Hammurabi kanunlarıyla özdeşleşen lex talionis, “göze göz, dişe diş” anlayışının hukuktaki yansımasıdır. Buna göre; yol açılan zarar, suçlu kişiye aynı şekilde ödettirilmelidir. Lex talionis’in altın kuralı, başkalarına size yaklaştıkları şekilde ve eşitlik esasına dayalı olarak davranmaktır.  retribution teorisi, insanın davranışlarının sorumluluğunu alabilecek şekilde rasyonellik yetisine sahip olduğu ve eşitliğin korunmasına yönelik düzenlemelerin yapılması noktalarından hareketle, idam cezasını savunmaktadır.[2]  
İdam cezasını savunanların caydırıcılık (ölüm cezası gelecekteki cinayetleri önler) ve misilleme (adil bir toplum öldüren için ölüm cezasını gerektirir) argümanlarına karşı; idama karşı olanlar, masumiyet (masumu infaz etme riski, ölüm cezasının kullanılmasını engellemelidir) ve keyfilik/ayrımcılık (ölüm cezası haksız yere/biçimde uygulanabilmektedir) argümanlarını öne sürmektedir. Örneğin 1762’de Fransa’da idam edilen Jean Calas’ın sonradan masum olduğu anlaşılır. Her ne kadar masum sanığın idamına yönelik az sayıda ampirik çalışma olsa da, bir çalışmada sanıkları idam edilen ancak daha sonra masum oldukları anlaşılan 350 dava örneği verilmektedir (Bedau ve Radelet, 1987).

Sonuç olarak ölüm cezasından yana olanlar onun ürkütücü, korkutucu ve yıldırıcı etkisini savunmakta, ancak bu etki ampirik (deneysel) olarak kanıtlanamamaktadır. Buna göre ölüm cezası suçluları caydırır, suçluların ölüm cezası ile cezalandırması ileride onların yeniden suç işlememesini sağlar; aksi durumda örneğin suçlunun ömür boyu hapis cezası ile cezalandırılması halinde, hapishanede yeniden diğer bir suçluyu veya hapishane personelini öldürebilir. Buna karşı, ölüm cezasının kaldırılmasını savunanlar, hatalı kararların yerine getirilmesi durumunda eski hale getirmenin olanaksız olmasına ve cezanın, suçlunun iyileştirilmesi ve topluma kazandırılması amacına doğal olarak ölüm cezası ile ulaşılamayacağına vurgu yaparlar. Yavaş olsa da, ölüm cezasının suç işlemeyi engellemediği ve hiçbir rasyonel hukuk sisteminin yargısal hatalardan arındırılmış olmadığı anlaşılmaya başlanmıştır (Gören, 2006). ABD’de ünlü “The Ox-Box Incident” romanına ve filmine de konu olan yanlışlıkla masum insanların idam edilmesi olasılığı, idam cezası karşıtlarının en güçlü oldukları noktadır. Zira tüm gelişmiş imkânlara rağmen, hukuk sistemlerinde suçluluk yargıç ve/veya jürinin kararına göre, dahası birçok ülkede avukatların performanslarıyla da doğrulu orantılı olarak belirlenmektedir. Ayrıca yasal düzenlemelerin ve bu düzende yer alan kimselerin mutlak bir dürüstlük göstermeleri ve daima doğru kararlar almaları da her zaman beklenemez.[3]

Yeniden “Yaşam Hakkı”

Girişte söylendiği gibi, idam cezası hakkında düşünürken, en korkunç/vahşi suç tipleri ve sanıklar hatırda tutulmalı. Ancak, buna ek olarak, kendimizi yalnızca bu suçların mağdurları veya mağdur yakınları değil, failleri ve fail yakınları olarak da hayal etmeli. Fakat tavır belirlerken/tutum alırken bu her iki husus da göz ardı edilmeli. Zira Beccaria’nın da belirttiği gibi “ölüm cezası”nın hukuki bir temeli olmadığı gibi, “toplumu savunma” gibi çok genel ve soyut bir argümana dayandırılamaz ve bu argümanın altı “bilimsel” çalışmalarla/kanıtlarla doldurulamaz. Kanıtlanamayan caydırıcılık tezinden ziyade asıl saikin kısas ve ödetme olduğu göz ardı edilemez ve buna karşı ileri sürülen “masumiyet” ve “keyfiyet” argümanları çok daha somut/gerçek temellere sahiptir. Ancak hepsinden önemlisi, ölüm cezası bakımından asli olan, sınırlı/koşullu istisnalarıyla “yaşam hakkı”dır. Aksi durumda sınırlı ve istisna düzeyine indirgenmiş bir “yaşam hakkı”yla yetinmek durumunda kalınır. Teorik olarak ısrar edilmeyen, bir ölçüt olarak başvurul(a)mayan bir “yaşam hakkı”; pratikteki ihlal ve olumsuz durumların da, belki de, en önemli nedeni olarak görülmelidir.    

Kaynakça

Hugo Adam Bedau ve Michael L. Radelet, Miscarriages of Justice in Potentially Capital Cases, Stanford Law Review, Vol. 40, No. 1 (Nov., 1987), pp. 21-179

Hashem Dezhbakhsh, Paul H. Rubin ve Joanna M. Shepherd, Does Capital Punishment Have a Deterrent Effect? New Evidence from Post-moratorium Panel Data, American Law and Economics Review 5(2):344-376 · February 2003

Zahir Kızmaz, Ceza veya Kriminal Yaptırımın Suç Oranları Üzerindeki Caydırıcı Etkisi, Afyon Kocatepe Üni. Sosyal Bilimler Dergisi, 7/2, 2005

Zafer GÖREN,  İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:5 Sayı:10 Güz 2006/2 s.67-97

Hakkı Demirel, Ölüm Cezası, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 1955, Cilt 12, Sayı 1-2