Pazartesi, Ekim 24, 2016

Emile Zola’nın “Sel (L’Inondation)” Hikayesinde “Başımıza Gelenler”





Emile Zola’nın, Germinal’den beş yıl önce yayımlanan ve diğer eserlerine kıyasla daha az bilinen romanı/uzun hikayesi Sel (L’Inondation, 1880), gerçek bir olaya, 1875 yılında yaşanan Garonne nehri taşkınına dayanmaktadır. Hikayede anlatıcı rolünü üstlenen yetmiş yaşındaki zengin çiftçi Louis Roubieu, aile üyelerinin birer birer sele kapılıp ölmelerine, -adeta her yitirdiği can, ona bahşedilen refah ve mutluluğun birer cezasıymış gibi- tanıklık eder. Bir modern zaman Nuh hikayesi olarak da nitelendirilen hikayenin, İncil’le, mitik motiflerle benzerlikler taşıdığı da ileri sürülmektedir (Starr, 2014).

Bu yazıda, Zola’nın sözkonusu hikayesine[1], “yazgı” kavramıyla ilişkili olarak, “başa gelen iyi ve/veya kötü şeyler” karşısında hikayedeki ana karakterin aldığı tavır/pozisyon açısından bakılmaya çalışılacaktır. Bu kapsamda, öncelikle, yazarın  -Zola’nın- pozisyonunun anlaşılmasının yararlı olacağı düşünülmektedir.

Yeni, Seküler Bir Din

Emile Zola’nın kurucusu olduğu Natüralizm; 1865-1900 yılları arasında ortaya çıkan,  insan karakterinin şekillenmesinde “toplumsal koşullar, kalıtım ve çevre”nin temel güç olduğunu öne süren ayrıntılı bir gerçekçiliği (realism) kullanan, edebi bir akımdır. Charles Darwin’in etkisiyle Natüralistler, kişinin kalıtım ve toplumsal çevresinin, onun karakterini ve davranışlarını belirlediğini düşünürler (Zhang, 2010). Doğa bilimlerinin edebiyata uygulanması şeklinde ortaya çıkan natüralizmde roman, gerçeği yansıtmalı, yaşam koşulları, toplumsal ve siyasal çevreler üzerine her türlü belge ve deneye dayanmalıdır (Günday, 2014).

Natüralizmin karakteristik özelliklerinin; determinizm, objektivizm, kötümserlik ve şaşırtıcı finaller olmak üzere dört başlık altında incelenebileceği savunulur. Buna göre; 1) karakterin yazgısı kalıtım ve çevresel faktörler tarafından önceden belirlenmiştir ve o, bu yazgı karşısında çaresizdir (determinizm), 2) yazar, kendisini, adeta gördüklerini not alan bir bilim insanı gibi, “objektif bir gözlemci” olarak sunar (objektivizm), 3) kahramanlar sık sık, “çaresizliklerini” vurgulayan kötümser ifadeler kullanır (kötümserlik), 4) final, şaşırtıcı biçimde sonlanır ve doğanın, insanın yaşam mücadelesi karşısında “kayıtsız” olduğu mesajı verilir  (Zhang, 2010).

Richard F. Gustafson, Zola’nın savunduğu Natüralizm için, sıklıkla “ateizm”le de özdeşleştirilen, “determinist ve materyalist” sıfatlarını kullanır. Ancak Zola’nın romanlarındaki ateizm ve/veya din karşıtlığının, son dönem romanlarında, özellikle Évangiles serisinde farklı bir boyut kazandığı da belirtilmektedir. Bu görüşe göre, adı geçen romanlar Zola’nın hem en ateist hem de en dinsel romanlarıdır, zira Zola Hristiyanlığın bazı unsurlarını kendisinin savunduğu “yeni seküler din”e aktarmıştır (Lasseigne). Zola, 1881 yılında, natüralizmde tanrıya yer olmadığını ilan etmiş, dinin geleneksel formlarını küçümsemiş olsa da, Evangiles, sadece lirik bir natüralist ideali değil, yeni seküler bir dini de sunmaktadır. Bu seküler İncil’ler, Zola’nın din, tanrı ve kutsala dönük suskunluğunun sona erdiğine de işaret eder. Bilim ve teknoloji, onun modern, natüralist dininin temel taşı olarak ortaya çıkar (Zupsich, 2010). Deneyselliğin ötesinde bir gerçek tanımayan, dinsel bir yaratıcı olarak Tanrı düşüncesine yer vermeyen Zola’nın, seküler bir aziz olarak ilk dönem romanlarında görülen ve Darwinizmin bir formu olan Atavizm, son dönem romanlarında, “peygamber” benzeri bir rol oynamaya evrilir (Shivanandan, 2010)

Zola’nın “yeni din” anlayışının temelinde, “yaşam ve aşk yoluyla kurtuluş” düşüncesinin bulunduğu da savunulmuştur. “Aşk” ile; zayıf-düşkün-fakirlere duyulan evrensel sevgi ve karı-koca arasındaki tutkulu aşk olmak üzere, iki tür aşk da kastediliyor gibidir. Ayrıca, bu yaklaşımda da, “yeni din”, Hristiyanlığı reforme eden ve onun yerine geçecek bir öneri olarak görülmektedir (Shivanandan, 2010).

Sonuç olarak Zola için “yazgı”, başka bir deyişle insanın karakteri, davranışları ve “başına gelenler”, “kalıtım, doğal ve toplumsal çevre” üçlüsünün kombinasyonu tarafından belirlenir ve birey bu yazgı karşısında çaresizdir. Bu “yazgı”da, doğal olarak, Tanrı ve bireyin, mutlak ve/veya cüzi iradesine, keza mutlak ve/veya göreli özerkliğine yer olmadığı düşünülebilir. Bununla birlikte, çağının bilimsel gelişmelerinin de etkisiyle Zola’nın, bilimi temel alan bir seküler din önermeyi denemek suretiyle, yeni “din”in peygamberi rolünü oynadığı, aynı zamanda bu yeni “din”e Hristiyanlık’tan bazı aktarımlar yaptığı, Hristiyanlığı reforme eden bir din önerisi getirdiği değerlendirmeleri de yapılmaktadır. Böylece Zola’nın son dönem romanlarının, hem ateist hem dinsel olduğu ileri sürülmektedir.

Giriş kısmında bahsedildiği gibi Emile Zola’nın uzun hikayesi Sel (L’Inondation, 1880), 1875 yılında yaşanan Garonne nehri taşkınına dayanmaktadır. Hikayenin yayımlandığı yılın (1880) aynı zamanda Zola’nın Deneysel Roman (Le Roman Expérimental) makalesinin yayımlandığı yıl olduğu da belirtilmelidir. Bu makalede Zola, her yerde nedenselliğin hâkim olduğunu belirtir; Hippolyte Taine’in etkisiyle, çevre ve kalıtımın insanın bütün zihinsel ve duygusal dışavurumlarını belirlediği görüşünü öne sürer. Zola’ya göre, Darwin’in bir doğa kanunu olarak öne sürdüğü doğal seleksiyon toplum için de geçerlidir (Cankara, 2004). Zola’nın deyişiyle deneysel roman “bu yüzyılın bilimsel evriminin bir sonucudur; kimya ve fiziğe dayanan “fizyoloji”yi devam ettirir ve tamamlar; insanın soyut ve metafizik düzeyde çalışılmasını, fiziko-kimyasal kuralların konusu, çevresel etkilerce/faktörlerce belirlenen “doğal insan” çalışmasıyla yer değiştirir; bu, bilimsel çağımızın edebiyatıdır.” (Lasseigne, 2005). Bu bağlamda, Sel’in “başından geçenleri” anlatan ana karakterinin, “yazgı”ya dair söylediklerinin belirlenmesine geçilebilir.

Tanrı’nın Lütfu

Louis Roubieu; kardeşleri, çocukları ve torunlarıyla birlikte, -geniş bir aile olarak- refah içinde yaşayan yaşlı bir çiftçidir. Sahip olduğu refah ve mutluluğu, “şans”, ”talih” ve “lütuf” sözcükleriyle ifade eder ve Tanrı’ya bağlar. Tanrının ona bahşettiği “lütuf”un adil ve kendisinin “hakkı” olduğunu düşünmekte, bunu “kimseye zararı dokunmamış olmak”la gerekçelendirmektedir.

On dört yıl boyunca ekmeğimi topraktan kazandım. Nihayet şans yüzümüze güldü ve biz de refaha kavuştuk. Geçen aya kadar bizim köyün en zengin çiftçisiydim. Evimizin bereketi yerindeydi, mutlu mesut geçiniyorduk. Güneş bizim ağabeyimizdi; bir gün olsun kötü mahsul aldığımızı hatır lamam. Tarlada neredeyse bir düzine kişi çalışıyorduk. Ben hala canlı ve dinç, çocukların başında duruyordum; sonra (…) erkek ve kız kardeşim, (…) sonra evladımla torunlarım vardı.

Ne güzel günlerdi onlar, ah! Tarlada her köşeden bir türkü duyulurdu. Marie’nin bildiği bazı ilahiler vardı, koro şarkıcısı gibi söylerdi ilahileri. Buğday başakları dolu doluydu, asmalar tam çiçeklenmiş, enfes bir bağbozumu vaat ediyorlardı. Jacques gülüp omzuma vurdu: “Eh, baba, ne ekmekten ne şaraptan yoksun kalacağız desene. Topraklarına böyle gümüş yağdığına göre İlahi Güç’le dost olmalısın.”

Jacques haklıydı. Ya bir azizin ya da bizzat Tanrı’nın dostluğunu kazanmıştım, çünkü ülkedeki bütün şans bizden yanaydı. Dolu yağdı mı bizim tarlaların sınırına geldiğinde dururdu. Komşularımızın asmaları hastalandığında, bizimkilerin etrafına sanki bir koruma duvarı çekilirdi. Nihayetinde bunu yalnızca adil görür oldum. Kimseye zararım dokunmadığından, bu mutluluğun hakkım olduğunu düşünüyordum.

Roubieu, sel tehlikesi baş gösterdiğinde de, talihine, Tanrı’nın lütfuna güvenmeye devam eder. Başkalarının başına gelen kötü şeylerin, kendilerine bahşedilmiş mesut yaşamın sınırlarından içeri giremeyeceğine dair inancı tamdır.  

İneklerimizden biri yavrulamıştı ve herkes heyecan içindeydi. Küçük buzağının doğumu ailemiz için yeni bir lütuftu. Garonne Nehri evvelki gün iyice yükselmişti ama ona güvenimiz tamdı: “Bir şey olmaz. Her sene aynı terane. Nehir öfkelenmiş gibi kabarıyor, sonra bir gecede duruluyor. Göreceksin evlat, bu sefer de bir şey olmayacak. Baksana havanın güzelliğine!”

Güzel bir günün akşamını yaşıyorduk. Güzel talihimizin –bereketli hasatların, mutlu evimizin, Veronique’in nişanlanmasının- bize hep yukarıdan, yitmekte olan ışığın saflığında bahşedildiğini düşündüm. Akşamın vedasıyla birlikte hepimiz takdis ediliyorduk adeta.

Ancak, selin sınır tanımadığı anlaşılmaya, “lütuf”a olan güveni sarsacak olayların ayak sesleri duyulmaya başlamıştır artık.

Ansızın köyün o dingin sessizliğinin içinden korkunç bir çığlık koptu –bir ıstırap ve ölüm çığlığı: “Garonne! Garonne!”

Yalancı Tanrı

Hikaye ve hikayenin ana karakteri bakımından kırılma noktası “sel” olur. Karakterin selden önceki ve sonraki söz ve düşünceleri farklılık arz eder. Sel öncesinde, selin henüz sınırları ihlal etmediği zamanda güvenildiği ifade edilen talih, bu kez onları korumamış; sel, bir yıkım ve felaket olarak sınırları ihlal etmiştir. Roubieu, talihinin tersine dönmesi karşısında Tanrı’yı sorumlu tutar ve O’na isyan eder. Şimdi o,  “Tanrı’nın adil olmadığı” ve “yalan söylediği”ni düşünmektedir.

Böylece, selin ana karakter üzerinde yaptığı ilk etki, lütuf gösteren Tanrı’dan, yalan söyleyen Tanrı düşüncesine doğru değişimle sınırlıdır. Zola, karakterin din ile ilişkisinin derecesi hakkında okuyucuya fazla bilgi vermez. Ancak karakterin, başına gelen iyi şeyleri lütuf olarak görürken, kötü şeyleri “ceza”, Tanrı’nın gazabı olarak değerlendirmediği görülmektedir. Hristiyanlık’ta “Tanrı’nın günahtan nefret” ettiği düşüncesiyle koşut olarak “Tanrı’nın gazabı”nın günahla ilişkilendirilmesinin, karakterde bir karşılığı yoktur. Robieu, geçmişini bu minvalde sorgulamamakta, “ne yaptım da başıma bu geldi?” diye düşünmemektedir. Hem kendi kurtuluşunu bir lütuf olarak nitelendirmemesi, hem de olaylara “Tanrı’nın gazabı” çerçevesinde yaklaşmaması, karakterin dinle olan “derin” bir ilişki içinde olmadığının emareleri olarak görülebilir.   

Nasıl bir yıkımdı, of! Mahsulümüz mahvolmuş, hayvanlarımız boğulmuş, iyi talihimiz kaşla göz arasında tersine dönmüştü! Tanrı adil değildi. O’na karşı bir yanlışımız olmamıştı; O ise herşeyimizi elimizden almıştı! Ufka doğru yumruğumu savurdum. Öğlen yaptığımız geziyi, çayırlarımızı, buğdaylarımızı, asmalarımızı, hepsinin umut vaat ettiğini anlatmıştım. Demek hepsi yalanmış! Demek ki güneş batarken, akşamın dinginliğinde, o tatlı ve sakin çehresiyle yüzümüze bakıp yalan söylüyormuş.

Önce ahırdaki hayvanlar, sonra hizmetçiler suya kapılıp ölürler. Evin çatısına sığınılır. Kurtulmak için yapılan her hamlede aileden biri-birkaçı, ailenin diğer üyelerinin gözleri önünde ölüm yolunda ilerler. Gaspard’ın, nişanlısı Veronique’i de kurtarma motivasyonuyla giriştiği çaba da başarısızlıkla sonuçlanır ve ikisi birlikte suya gömülürler. Sonuçta sel, ailenin en yaşlı üyesi dışında, geri kalan herkesi almış, yalnızca Louis Roubieu bu afetten sağ olarak çıkabilmiştir/kurtulabilmiştir. Ancak o, bu kurtuluşu bir “lütuf” olarak görmemektedir, zira kaybettiklerinin acısı daha baskındır ve onun “yaşama arzusu”nu yitirmesine neden olmuştur. Ayrıca, diğer aile üyeleri gibi/kadar “özverili”, “hassas” olamamış, kahramanca davranamamıştır. Kendine yönelik bu eleştiriyi, yaşlı/güçsüz olmasına bağlar. Artık tek arzusu/tesellisi, aile üyelerinin/ölülerinin cesetlerini bulup toprağa kavuşturmak/gömmektir. Sahip olduğu malı mülkü de, çocukları olan köylülere bağışlamayı düşünmektedir.

Burada, ana karakterin, yaşamını anlamlı kılan ve yaşam mücadelesinin motivasyonu olan “aile” kavramıyla karşılaşılmaktadır. Roubieu, bütün birikimini, çocukları olan yoksul ailelere verme niyetini ifade eder ve “birikim”le “aile”yi ilişkilendirir. Sel, ürününe ve evine hasar vermiştir ancak tamamen yok etmemiştir. Asıl tahribat, yok olan aile bireyleridir ve bu, karakterin mala gelen zararı telafi etme, yeniden mücadeleye başlama motivasyonunu ortadan kaldırmıştır.    

Ölüm ağır ağır geliyordu. Biz de dizlerimizin üstüne çökmüş, kollarımızı uzatmış halde kah ağlıyor, kah Tanrı’ya yakarıyorduk. (…) beni bir çocuk gibi aciz bırakan yaşıma küfürler ettim. (…) Agathe Hala konuşmuyordu. Dua etmeyi bırakmıştı, istavroz da çıkarmıyordu artık. Ecelimiz gelmişti. Helak olan köyden geriye yalnızca birkaç duvar yıkıntısı kalmıştı. Bir tek kilisenin kulesi sağlam duruyor, oradan da sesler geliyordu –oraya sığınmış insanların mırıltılı sesleri. Her an evle birlikte suya gömülmeyi bekliyorduk.

“Pierre! Pierre!” diye seslendim, ne yaptığını idrak edemeyecek kadar korkarak. Dönüp sessizce, “Aideu, Louis! Görüyorsun, çok bile durdum. Hem size daha çok yer kalacak.” Dedi. Önce piposunu fırlattı ve “İyi geceler! Yeterince çektim!” deyip suya daldı. Tekrar su yüzüne çıkmadı. İyi bir yüzücü değildi ve muhtemelen sevdiklerimizin ölümüyle yaşadığımız yıkıma duyduğu üzüntü yüzünden kendini bırakmıştı.

Sonrasını hatırlamıyorum.

Saintin’lıların altıya doğru tekneleriyle geldiğini ve beni bir bacanın üstüne bilinçsiz yatarken bulduklarını söylediler. Su beni sevdiklerimin yanına götürmeyerek zalimlik etmişti. Diğer herkes ölmüştü! Bense, kayaya kök salmış, kurumuş bir ot gibi hayatta kalmıştım. Yüreğim olsa ben de Pierre gibi, “Yeterince çektim! İyi geceler!” der kendimi Garonne’a atardım.

Çocuklarım yok, evim yıkıldı, tarlalarım harap oldu. Ah! Hepsi gittiğine göre ben niye yaşayayım? Bu acının tesellisi yok. Yardım istemiyorum. Arazilerimi hala çocukları olan köylülere bağışlayacağım.  Onlar enkaza dönen toprağı temizleyip baştan ekecek cesareti bulacaklardır. Çocuğu olmayan birine ufak bir oda içinde ölmeye yeter de artar.

Bir arzum vardı, sadece tek bir arzu. Ailemin cesetlerini alıp yakında benim de yanlarına katılacağım bir taşın altına gömmek istiyordum. Nehrin sürüklediği çok sayıda cesedin Toulouse’ta sudan alındığını duymuştum. Bu yolculuğu yapmaya karar verdim.

Ne korkunç bir felaketti! İki bine yakın ev yıkılmış, yedi yüz kişi ölmüş, bütün köprüler suya kapılıp gitmiş, koca bir bölge yerle bir olup çamura batmıştı. Tüyler ürperten trajediler yaşanıyordu; yarı çıplak yirmi bin kişi açlıkla cebelleşiyordu; şehir veba günlerine dönmüştü; her yerde matem vardı; sokaklar cenazelerle doluydu; maddi yardımların, yaraları sarmaya gücü yetmiyordu! Ama ben bütün bunların arasından hiçbir şey görmeden yürüyüp geçtim. Beni kedere boğan kendi yıkımlarım, kendi ölülerim vardı.

Yakınlarının birer birer sele kapıldığını “izleyen”, sonunda yalnız kalan büyükbabanın elinde, Gaspard’la Veronique’in fotoğrafı dışında bir şey kalmamıştır. Nişanlılar, kimliği tespit edilemediği için fotoğrafı çekildikten sonra gömülmüş, fotoğraf ölüm anını sabitlemiştir. Bilimsel ve teknik ilerlemeye işaret eden fotoğraf, nişanlıların belgesel bir delili olmanın ötesinde, Roubieu’nun her baktığında ağlamasına neden olan, Barthes’ın deyişiyle, fizyolojik bir etki bırakır. Görünen, fiziksel çürümenin ayrıntılarından daha çok, fotoğrafın yakaladığı, gerçeğin belirli bir konfigürasyonudur. Büyükbaba, birbirine kenetlenmiş aşıkların yüzlerinde, onlardaki şefkat ve kahramanlığı gördüğünü söyler. Görünen “kenetlenmiş” formun, aşıkların fiziksel ölümünü aştığı, onların ruhsal birliğine işaret ettiği değerlendirmesi yapılır. Bu yoruma göre birbirine kenetlenmiş aşıklar, Tristan ve Isolde’yi, aynı zamanda, Zola’nın diğer romanlarında da görülen “aile ağacı” imgesini, belki de İncil’le ilgili temaları  çağrıştırır ve romanı, natüralist bir çalışma olmanın ötesine taşır. Dolayısıyla, yazar için natüralizm, sedece gerçeğin bilimsel bir kaydı değil, aynı zamanda mitik boyutlar/yönler de barındırmaktadır (Starr).

Cesetlerin pek çoğunun, mezarlığın köşesindeki bir çukura gömüldüğünü söylemişlerdi. Ama basiretli davranıp kimliği tespit edilemeyenlerin fotoğrafını çekmişlerdi. İşte o azap verici fotoğrafların arasında buldum Gaspard’la Veronique’i. Tutkuyla birbirlerini kucaklamışlar, ölüm anlarında evlilik öpücüklerini birbirlerine veriyorlardı. Onları ayırmak için kollarını kırmaları gerekmişti. Ama önce birlikte fotoğraflarını çekmişlerdi. Şimdi de toprağın altında birlikte uyuyorlardı.

Elimde yalnızca onlar var, bu iki güzel çocuğun resmi –sudan şişmiş, şekilleri bozulmuş, morarmış suratlarında aşklarının verdiği cesareti taşıyan iki çocuğun resmi. Onlara bakıp ağlıyorum.

Zola, nişanlıların birbirine kenetlenmiş fotoğrafı üzerinden, yukarıda savunulduğu gibi, “fizikselliği” aşan, mitik yönleri bulunan bir göndermede mi bulunur, yoksa, gerek nişanlılar gerekse diğer aile üyelerinin fedakar ve kahramanca davranışları karşısında “doğa”nın kayıtsızlığına, bu bakımdan aslolanın “yaşamak” olduğuna mı işaret eder?

Sel Alır Gider

Zola, bu uzun hikayede, bir doğal afet üzerinden, dinin karşısına konumlandırdığı bilimden hareketle, “Tanrı’ya güven” meselesini okuyucunun önüne getirir. İnsan, doğa karşısında çaresiz kaldığında bu güveni sorgulamakta, hatta durum “iyi” iken  güçlü biçimde sahip olunan bu güveni, durum değiştiğinde bir çırpıda yitirebilmektedir. Doğa, insanın erdemlerine karşı kayıtsızdır ve taraf tutmaz. Erdemliler yaşam mücadelesini kaybedebilirken, erdemli davranış sergilemeyenler kazançlı çıkabilir. Onların fotoğraflarına bakıp ağlanabilir, ama bu onların mezarda gömülü birer ceset olduğu gerçeğini değiştirmez. Adına din de dese Zola’nın bilimi din haline getiren seküler “yeni inanç sistemi”nde Tanrı’ya yer olmadığı göz önüne alındığında, Zola’nın hikayesinden “aşkınlık” çıkarmak ancak zorlama bir çabayla mümkün olur. Bu düşünceler, Zola’nın savaş hakkında söyledikleriyle de uyumludur: Savaş, kaçınılmazdır. Savaşı yok etmeyi ve evrensel barışı kurmayı hayal eden hassas ruhlar, sadece cömert bir ütopya üretiyorlardır. Savaş, bizatihi yaşamın kendisidir. Doğada hiçbir varlık, mücadele etmeden/savaşmadan, doğamaz, büyüyemez, çoğalamaz. Canlılar, diğer bir canlıyı yemeli ve bir başkası tarafından da yenilmeli ki dünya yaşamaya devam edebilsin. Sadece savaşçı uluslar zenginleşebilir, bir ulus silahları bıraktığında ölür. Savaş, disiplin, feda ve cesaretin okuludur.” (Lasseigne, 2005)   

Bir sel gelir, sahip olduğunuz her şeyi alır gider. İslam tasavvufunda bu hoş karşılanır. Başa gelen iyi şeyler kadar kötü şeyler de Tanrı’nın eseridir ve tartışılmaz.

Gelse celalinden cefa
Yahut cemalinden vefa
İkisi de cana sefa
Narın da hoş, nurun da hoş
Kahrın da hoş, lütfun da hoş
(Erzurumlu İbrahim Hakkı)

Ey lütfu hem kahrı güzel
Senden hem ol hoş, hem bu hoş
(Eşrefoğlu Rumi)

Layık görür isen narı,
Kahrın da hoş, lütfun da hoş
(Yunus Emre)

Bu sözlerin Allah’a olan tam teslimiyete, O’nun her yaptığının yerinde ve güzel olduğuna, yaptığı işlerin tartışılamayacağına güzel birer örnek olduğu kabul edilir. Rabbinden gelene razıyım diyebilen makbul bir kuldur.[2] Tanrı’nın lütfu gibi gazabı da sözkonusudur fakat bu “günah” ile değil, insanın “sınanması”yla ilgilidir. Yine de, gazap da, onun neticesi olan azap da arızidir, rahmet ise zati bir sıfat olduğu için devamlıdır.[3]



Kaynakça

Mary Shivanandan, Emile Zola: Improbable Defender of Life, Life and Learning XVII, 2010

Xiaofen Zhang, On the Influence of Naturalism on American Literature, English Language Teaching Vol. 3, No. 2; June 2010

Edward Lasseigne, The Feud Between Leo Tolstoy and Emile Zola and Its Impact on Fın-de-sıècle Europe, 2005

Gina Katherine Zupsich, The Gospel According to Zola: National Identity and Naturalist Utopia in Fin-de-Siècle France, Doktora tezi, Berkeley Üniversitesi, 2010

Juliana Starr, Natural Disaster: Representation, Spectatorship, and Loss in the
Flood Stories L’Inondation, Trouble the Water, and Low and Behold, 2014

Murat Cankara, Ahmet Mithat Efendi ve Beşir Fuat’a Göre Gerçekçilik, Y.Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi, Ankara, Haziran 2004

Rıfad Günday, Zola’nın Gerçek Romanında Bağnazlığa Karşı Hoşgörü, Özgür Düşünce, Demokrasi ve Adalet Yanlısı Uygar Toplum Yaratma Çabası, Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 2014, 7(1), 87-114




[1] Emile Zola, Sel (L’Inondation), Çev.Peren Demirel, Fabula Kitap, İstanbul, 2015

[2] Dinimizislam.com
[3] TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 4, s.307