Perşembe, Ocak 14, 2016

Before the Winter Chill (2013): “Bu küçük el ne kadar soğuk”



Paul (Daniel Auteuil), orta yaşlı, varlıklı, evli, başarılı bir beyin cerrahı; Lou (Leïla Bekhti), sanat tarihi öğrencisi, part-time barmenlik yapan, genç ve güzel bir kadındır. Orta-üst sınıf bir yaşam tarzına sahip Paul’ü, bir barda karşılaştığı Lou’nun çocukken geçirdiği apandisit ameliyatı dolayısıyla teşekkür etmesi hem şaşırtır hem de bunu inandırıcı bulmaz. O, böyle bir olayı hatırlamadığı gibi bir beyin cerrahı olarak bir apandisit ameliyatı yapmış olamayacağını da düşünmektedir. Bu nedenle, kendisiyle tekrar görüşmek isteyen Lou’yu tersler.[1]

Lou ile karşılaşmasından sonra Paul, göndericisi belli olmayan kırmızı güller almakta, her gün ev ve işyerine gönderilen bu hediyeler onu rahatsız etmekte, eşi Lucie'nin de (Kristin Scott Thomas) şüphesi giderek artmaktadır. Mark Kermode’ye göre, günlük kırmızı gül gönderimi, görünüşte mutlu olan evliliğin huzurunu tehdit eder ve gün geçtikçe Paul’ün huzursuzluğu öfkeye ve şüphesi paranoyaya dönüşür.[2] Peter Bradshaw, çiftin rahat, konforlu burjuva hayatlarının, kimden geldiği bilinmeyen çiçekler tarafından bozulduğu yorumunu yapmakta ve şunu sormaktadır: Paul birisi tarafından takip mi edilmektedir, yoksa film, onun güzel bir kadınla yaşadığı, orta yaş kriziyle bağlantılı olarak gelişen ilişkisiyle mi ilgilidir?[3]

Yönetmen, kendisiyle yapılan bir röportajda yukarıdaki yorumlara benzer şeyler söylemektedir. Birçok sahne belirli klişeleri göstermektedir. Güzel bir eş, güzel bir ev ve güzel bir bahçede arkadaşlarıyla yemek yiyen bu insanlar mutlu görünmekte, fakat Lou’nun karışmasıyla/müdahalesiyle anlaşılacağı gibi aslında bu insanlar mutluluk içinde yüzmemektedir. Evli çift, neredeyse hiç birbirleriyle konuşmamakta, hatta belki de cinsel ilişkiye girmemekte, birbirlerine yabancılaştıkları bir ilişki formunu sürdürmektedirler. Yönetmene göre o zaman şöyle bir soru çıkar ortaya: Bunlar gerçek bir çift midir, gerçekten mutlu mudurlar?[4]

Paul’ün, eşiyle birlikte izlediği La Boheme operasının izleyicileri arasında Lou’yu görmesiyle artan şüphesi, daha sonra bir çiçekçide gördüğü Lou’ya saldırgan biçimde davranmasına neden olur. Suçlamaları reddeden Lou, hesap soran bu saldırıyı sakin kalarak savuşturur. Çiçekçide Lou’ya kaba/sert davranan Paul sonraki bir sahnede Lou’dan özür diler ve bir şeyler içme teklifi yapar. Böyle başlayan, yönetmenin (Philippe Claudel) daha çok kısa sohbet sahneleriyle verdiği ilişkinin ilk diyaloğunda Paul, Lou’ya, onu operada gördüğünü belirtir. Lou’nun tasdik edip “evet, La Traviata” demesi üzerine Paul, operanın ismini düzeltir, La Bohème olduğunu belirtir. Lou da, ismi karıştırdığını, yanlış hatırladığını kabul eder.



Dilber Violetta” ve “Dikişçi Mimi”

Giuseppe Verdi'nin bestelediği, Alexandre Dumas'nın  Kamelyalı Kadın romanını temel alan La Traviata operasında,  Alfredo’ya aşık olan, bir yandan da onu unutması gerektiğine kendisini inandırmaya çalışan Violetta, verem hastasıdır. Oğlunun bir sosyete fahişesiyle (courtesan) yaşadığı aşkı onaylamayan baba, Violetta’dan oğlunu bırakmasını ister ve onu türlü gerekçelerle ikna eder. Violetta Alfredo'nun bir gün kendisi için yaptığı fedakârlığı anlayacağını fakat bunun bir anlam taşımadığını düşünmekte, Alfredo’yu ölene kadar seveceğini söylemktedir (Violette: Alfredo, Alfredo, di questo core non puoi comprendere tutto l’amore – "Alfredo, Alfredo, kalbimde senin için aşkın ne kadar çok büyük olduğunu hiç anlayabilemezsin"). Verem hastalığı çok ağırlaşan Violetta, Alfredo'nun kolları arasında son nefesini verir.[5]

Bestelerini Giacomo Puccini'nin yaptığı 4 perdelik opera olan La Bohème, Henri Murger'ın yazdığı hikayelerin derlendiği Scènes de la vie de Bohème adlı esere dayanmaktadır. Birbirlerini ilk görüşte seven, bir dikişçi kadın olan Mimi ile şair Rodolfo arasındaki aşk üzerine odaklanan hikayede, Rodolfo Mimi'nin eline dokunur ve ona duygularını "bu küçük el ne kadar soğuk" cümlesiyle başlayan pasajla anlatır. Şair Rodolfo, hem Mimi'nin diğer erkeklerle flört etmesini kıskanmakta hem de çok ağır verem hastası olan ve ölümü yakın olan Mimi'ye bakamayacağını düşünmektedir. Kıza verecek ne parası, ne eşyası, hatta ne de yiyeceği vardır. Mimi'yi, kendisine daha iyi şartlarda bakacak birini bulabilmesi için terk eder. Mimi ölmeden çift kısa bir süreliğine de olsa tekrar bir araya gelir. Onu tekrar görünce neşelenen Mimi’ye arkadaşları, ellerini ısıtıp sıcak tutması için bir el kürkü getirmişler, gerekli ilaçları almışlar ve bir doktor çağırmışlardır. Fakat arkadaşlarının bu destekleri veremden muzdarip Mimi'ye yardım için yetersizdir. O, bir uykuya yatar gibi dalıp kendinden geçer, perde Rodolfo'nun hıçkırıkları arasında kapanır.[6]

Filmde, La Bohème operasından, Mimi'nin Rodolfo'ya kendini tanıtıp yoksul hayatını açıkladığı “Sì, Mi chiamano Mimì” parçasını duyarız. Bu parçada Mimi, kendisine Mimi diye seslenilse de gerçek isminin Lucia olduğunu söylemekte, kısa hayat hikayesini anlatmaktadır. Kanaviçeye güller, zambaklar işlemekten hoşlanmakta, yalnız yaşadığı odadan, çatıları ve gökyüzünü seyretmektedir.

Yes, they call me Mimi,
but my true name is Lucia.
My story is short.
A canvas or a silk
I embroidery at home and abroad...
I am happy happy and at peace
and my pastime
is to make lilies and roses.

I love all things
that have gentle sweet smells,
that speak of love, of spring,
of dreams and fanciful things,
those things that have poetic names ...
Do you understand me?
They call me Mimi,
I do not know why.
Alone, I make
lunch by myself.
I do not go to church,
but I pray a lot to the Lord.
I stay all alone
there in a white room
and look upon the roofs and the sky
but when the thaw comes
The first sun, like my
first kiss, is mine![7]




Evlilik

Lucie, gününü evde kocasını bekleyerek geçiren, bu sırada bahçeyle ilgilenen ve bahçesini misafirlere açan, torununa bakan bir büyükannedir.[8] Onun için ev, fevkalade zarif, ormanla çevrili, güzel Lucie’yi (Kristin Scott Thomas-) giderek huysuzlaşan ve uzaklaşan kocası Paul (Daniel Auteuil) için tutan bir hapishane gibidir.[9] Lucie’nin, evde bakmayıp yatırdığı hastanede ilgilendiği, sıkça ziyaret ettiği kızkardeşi, Lucie’nin evini “camdan bir tabut”a benzetmektedir.[10]

Paul yerel bir hastanede çalışan, herkesin saygı duyduğu, emekliye ayrıldığında yerine geçmesi için bir kadın doktoru yetiştiren üst düzey bir cerrahtır. İşkolik olarak görülebilecek Paul, evde misafirlere karşı giderek daha kaba davranmakta ve ortam hoşuna gitmediğinde hemen ortadan kaybolmaktadır.[11] Paul’ün üniversite yıllarından arkadaşı/meslektaşı olan ve uzun zamandır Lucie’de gözü olan/kalan Gerard (psikiyatr), Paul’e onun asıl sorunun, “çok şanslı olmak” olduğunu söylemektedir.[12]

Bir yoruma göre film, evliliğe, gittikçe soğuyan bir evliliğe dairdir.[13] Tim Robey filmde, uzun yıllardır evli olan, hayatlarının sonbaharındaki çiftin ilişkilerinin teste tabi tutulmasını görür. Sonbahar çerçeveye, düşmüş sarı yapraklar, sis ve çürümeye yüz tutmuş meyvelerle girer. Açılış sahnesinde, çiftin zarif ahşap evinin bahçesindeki masaya getirilen yazın son mahsulü çilek ile biz o andan itibaren kış aylarına gireceğimizi anlarız. Robey, çiftin konuşmayı kesip Paul’ün torununun etrafındaki yaprakları havaya savurmasını, Lucie’nin eşinden şüphelenmesi ve yaprakları toplayıp ateşe vermesini, aralarındaki ilişkinin kötüye gittiğine dair metaforik bir anlatım olarak kabul eder. Ona göre, “söylemeye gerek yok, çok da seks yapmıyorlardır.”[14]

Başka bir değerlendirmeye göre film, kadın peşinde koşan koca ve onun soğuk karısının portresinden daha çok, gençlik hayallerinin solması üzerinedir. Gerard’ın yanlış iş seçtiğine dair yakınmaları, Paul’ün öğrencilik yıllarında (Gerard ve Lucie ile birlikte üç arkadaştırlar) Lucie için meşale taşıması bu temayı tasvir eder.[15]

İlişki

Faslı bir barmen ve daha sonra part-time fahişelik yaptığını göreceğimiz Lou’nun, Paul’ü gizlice takip eden, evine-ofisine her gün kırmızı güller gönderen kişi olup olmadığını bilemeyiz. Haneke’nin Saklı (Caché/Hidden) filmindeki teyp kasetleri gibi filmde sürekli istenmeyen gülleri görürüz. La Bohème izlenirken Lou’nun ağladığı sahnede o, tıpkı Saklı filmindeki eşdeğer karakteri gibi davranmaktadır. Robey, filmin nefes kesen orijinal bir düşüncesi, yeni sembolleri, gerçek-aktüel bir draması olmadığını savunur.[16]

Ewan Wilson, Haneke’nin filmiyle benzerlikleri yüzeysel olarak nitelemekte, Kış Gelmeden’in daha fazla karakter merkezli bir film olduğunu ve istenmeyen hediyelerin politik bir ajanda için kullanılmadığını öne sürmektedir. Haneke’nin filminde geçmişin karanlık yanının hatırlatılması merkezdeyken, bu filmde, haksız biçimde acı veren bir ruhsal duruma sürüklenen ilginç bir karaktere odaklanılır. Paul ve Lou’nun arasıdaki ilişki, basitçe bir “eşi aldatma” hikayesi olmaktan çok, hem bir katarsis hem de Paul ve ailesini uzun zamandır gizli tutulan sorunlara ve cerrahın yeniden insani yanına zorlamak bakımından katalizör işlevine sahiptir.[17]

Lou, orta yaşlı bir adamın isteyebileceği her şeye sahip, güzel, entelektüel (Sanat Tarihi okumaktadır), seksi fakat Paul’ün onu fahişe olmakla suçladığı sahne düşünüldüğünde ahlaki kodları olan genç bir kadındır. Kendine çok fazla soru sormadan yaşayan Paul ile eşi Lucie arasında kurulan/işleyen düzene/sisteme şoku getiren, bu çekici kadın olur. O, Paul’e aşıktır veya onu sinsice takip eden biridir (ya da her ikisi). Film, sonuna kadar bizden Paul ile özdeşleşmemizi ve Lou’nun motivasyonlarını tahmin etmemizi ister. Sonundaysa Lou ile özdeşleşerek kendimize, neden Paul’ün kendisini seven bir kişiyi anlamak, içyüzünü ortaya çıkarmak için daha fazla çaba sarf etmediğini, neden herkesin uzak durduğu bu tuhaf yabancıya açılmadığı, onu deşmediğini sormamızı ister.[18]

Tedirgin eden güller vasıtasıyla yaşanılan bu mesafeli/soğuk ilişkilenme sürecinde Paul, eve giderken kullandığı mutat yolun kapalı olması nedeniyle saptığı caddede Lou’yu müşteri beklerken görür ve onun fahişelik yaptığını keşfeder. Onu arabasına alır ve sohbet eder. Bu olayın ertesinde gerçekleşen bir buluşmada Lou, Paul’e yatma teklifi yapmış, Paul bu öneriyi, “neden böyle kötü şeyler söylüyorsun” sözleriyle karşılamıştır. Teklifi reddedilen Lou şaşkınlıkla, “yatmayı düşünmüyorsan neden benimlesin” diyerek ayrılır ve bir daha Paul’ü aramaz. Bütün bunlar Paul’ün iş yaşamını etkilemiş, bir ameliyat sırasındaki el titremesi nedeniyle dinlenmesi için izin verilmiştir. Bu süreçte Lou ile tekrar görüşmek, ona ulaşmak isteyen Paul, adresini bulabileceği düşüncesiyle onun öğrencisi olduğunu söylediği üniversiteye gider ve sanat tarihi bölümünün üç yıl önce kapandığını, kayıtlarda Lou isminde bir öğrenci olmadığını öğrenir. Bu ikinci keşiftir.

Hatırla

Ertesi gün ameliyata girecek olan, bu ameliyat sırasında ölebileceği ihtimalini öngören Madam Malek’in, doktoru Paul ile konuştuğu sahne “hatırlama/tanık olma” üzerinedir. Tüm ailesini gaz odalarında kaybettiğini söyleyen Malek, onların isimlerini tek tek sayar ve kendisi öldüğünde bu isimlerin artık kimse tarafından bilinmeyeceği/hatırlanmayacağını söyler. Bu ihtimali düşünerek isimleri Paul ile paylaşmış, onun duymasını istemiştir.

Ulaşmayı çalıştığı Lou’nun bir izini arayan Paul, daha önce arkadaşı Gerard’a muayene için geldiğini hatırlar ve Lou’nun adresini hasta kayıtlarında bulur. Evine gittiğinde hasta ve bitkin bir durumda olduğunu gördüğü Lou’nun da Malek ile benzer bir isteği vardır Paul’den. Öleceğini düşünen Lou, müzikçalara koyarak Paul’e dinlettiği kasedi saklamasını istemektedir.

Finale doğru, polis aracılığıyla Lou’nun intihar ederek yaşamına son verdiğini öğrenen Paul’e, aynı zamanda çok şanslı olduğu söylenir. Zira Lou, yaşlı erkeklerin paralarını alan, sonra da onları öldüren bir katildir. Polis, Lou’dan kalan eşyaları gösterir ve istediğini alabileceğini belirtir. Önüne konulan eşyalar arasında gördüğü müzik kasetini alan Paul oradan ayrılır. Kış bitmiştir ve biz Paul ve Lucie’yi, bahçede aile ve arkadaşlarıyla yemek yerken görürüz. Final sahnesinde, daha önce Malek’in söylediği isimleri hatırlayabildiğini/sayabildiğini gördüğümüz Paul, Lou’dan kalan kasedi dinlemektedir.[19]

Şarkı

Mark Kermode, bir tılsımlı anlatı aracı olarak müziğin kullanımına dikkat çeker ve seyirciye kapanış şarkısını sonuna kadar dinlemelerini tavsiye eder.[20] Ewan Wilson’a göre de, filmin sonu belki belirsiz görülebilir, ancak kapanış sahnesindeki şarkının sözleri ilginç göndermeler içerebilir.[21]

The Myosotis and the Roses,
they are flowers that say som'thing
but to love the Poppies
and only the Poppys.. one must be dummy!

You may be right, but here it is:
when I'll tell you
you'll understand.
The first time that I saw her
she was sleeping, half naked,
in the summer light
in the middle of a wheat field
And through the white corsage,
there, where her heart were beating
the sun, kindly,
was drawing a living flower:
Like a small Poppy, my soul... like a small Poppy.

That's very strange how your eyes are shining
In remembering the beautiful girl
They are so shiny this can't explain the Poppys...

You may be right, only here it is
when I took her in my arms
she gave me her beautiful smile
and then, without a word,
in the summer light
We loved... we loved..
And I pressed so much
my lips on her heart
that instead of a kiss
there was like a flower:
Like a small Poppy my soul, Like a small Poppy.

That's nothing else than an affair
Your little story and I swear
that she doesn't deserve a tear
neither this passion.. of Poppies!

Wait for the end, you'll understand:
Another loved her that she didn't love.
The following day when I saw her
she was sleeping, half naked,
in the summer light
in the middle of a wheat field.
But over the white corsage
Right at the heart’s place,
there were three drops of blood
that were shaping a flower:
Like a small Poppy, my soul... Like a small Poppy.[22]

Lou öldüğünde, şarkıda anlatılan kadın gibi, yarı çıplak, göğsünün/kalbinin altında üç kan lekesi bulunan bir vaziyette bulunmuştur. Final sahnesinde, Paul’ün teybe koyup dinlediği kasette Lou, işte bu şarkıyı söylemektedir.

Soğuk

Yönetmene göre kamera, sessizlikleri, söylenmeyenleri yakalamak bakımından, kaleme göre daha elverişlidir. Filmde karakterler, duygularını ifade etmez, çok fazla dışavurmazlar. Böylelikle, izleyicinin kendi duygularıyla, kendi yaşamıyla yüzleşmesi istenir, bu sağlanmaya çalışılır.[23] Filmde duygusal bir boşalma, katharsis sahnesi yoktur. Karakterler, kaygılarını/sıkıntılarını, ancak doğrudan ifade etmeyi yasaklayan bir toplumsal form olarak nezaket içinde ve nadiren gösterirler, bunun yerine “kaçma”yı tercih ederler. Duygusal gerilim patlama noktasına vardığında, bu, dışarıya değil içeriye/içe dönük bir patlama olarak yaşanmaktadır.[24]

Irkçı bir film” değerlendirmesi yapılmasa da, beyaz orta sınıf ailenin düzenini tehdit eden dışarıdaki ötekinin, etnik olarak (Arap) seçiminin de tesadüfi olamayacağı düşünülmektedir. Bu seçim, bu yoruma göre, beyaz orta sınıfın çok-kültürlülükten, onu potansiyel olarak zarar verici etkileriyle algılamaktan doğan korkusunu yansıtır. Final sahnesinde Lucie, Lou’nun şarkısını dinleyen Paul’ün yüzündeki ifadeyi görürken gösterilir: Korkudan kaçış yoktur ve Lucie bunu bilmektedir.[25]

Peter Bradshaw’ı, Claudel’in teorik olarak farklı ruh hallerini çözmeye dair son denemesi ikna etmez. Tüm önemli soğuklar, ılık ve hareketsizdir.[26] Todd McCarthy, yönetmenin (Philippe Claudel) önemli bir özelliğinin, edebi anlayışı olduğunu, şaşırtıcı neticeye/finale gidiş hızlanmadan önce, yöntemli olarak bunun dramatik tohumlarını ektiğini ifade eder. Claudel, on bir yıl cezaevinde yazma ve edebiyat dersleri vermiş ve ilk uzun metrajlı, uluslararası alanda başarılı olan filminde (I Loved You So Long) yine bir kadın üzerine odaklanmış bir yönetmendir ve Chabrol gibi, burjuva karakterlerin günlük davranışlarını tasvir etmede çok iyidir. Onların nasıl davrandıkları, düşündükleri, ne yediklerine çok dikkat eder.[27]

Yönetmenin Lou’yu, Paul için güzel bir yem/tuzak olarak tasarladığı, Lou’nun, suçluluk duygusundan kurtulmak için intihar ettiği yorumu yapılmaktadır. Madame Malek’in gaz odasında ölen kardeşlerinin isimlerini kimsenin hatırlamayacağına dair korkusu gibi, film hayata ve onun tüm acı tavizleri ve gündelik memnuniyetsizliklerine tanıklık eder. Lou’nun söylediği şarkı da kaybolan masumiyetin diğer bir ikonu olur. Bu orta sınıf çiftin bahçesine ve onların "cam tabut" evi üzerinde alçalan sis gibi, filmin merkezinde kasvetli bir karanlık vardır.[28]

Joyce Glasser, filmin, belirsiz motivasyonları ve çok sayıda cevapsız bıraktığı soruyla, yeterince geliştirilmemiş ilginç bir fikri temel aldığını öne sürer. Filmde eksik olan gerilim çok geç gelmekte, filmin sonunda ortaya çıkmaktadır. Lucie’nin hasta kızkardeşinin evde/ yanında bakılması yerine hasteneye yatırılması, Gerard’ın Lucie’ye aşık olduğunu söylemesi buna rağmen Paul’ün onunla tenis oynaması, gelinin, çiftin oğulları olan eşininin bir ilişkisi olduğundan şüphelenmesi gibi olaylar arasında bağlantı kurmak zordur.[29]



Gelincikler

Yönetmen, filmde izleyiciye, “böyle bir yaşam mı hayal etmiştik” sorusunun yöneltildiğini öne sürmektedir. Bunun için seçtiği karakter, işi “beyin” olan, hayatının “kış”ının yaklaşmakta olduğunu hisseden ama yaşamı boyunca hiçbir zaman sorular sormamış bir cerrahtır. Soru sormaya/sorgulamaya zamanı da olmamıştır zira kıskanılacak bir toplumsal konum ve başarıya sahiptir. Fakat insanın başarısı, bu tür göstergelerle (iyi iş, güzel eş, güzel ev vb.) değerlendirilemez.[30] Claudel ayrıca, melezleştirmeleri, polis kayıtlarına geçen ve metafizik tonu olan öykülerle kesişen hikayeleri sevdiğini anlatmakta ve bu filmde kullandığı belirsizlik öğesiyle, özel/yakın bir ilişkiye odaklanan dramayı gerilim filmine çevirdiğini söylemektedir. Çünkü yaklaşılan tehlikeyi kimse bilemez/tahmin edemez.[31]

Claudel, ana erkek karakter Paul etrafında kurduğu bir hikaye anlatmakta, bu hikaye üzerinden burjuva yaşam tarzı ve değerlerin sorgulandığını iddia etmektedir. Ancak, kriminalize ettiği Lou ve hatırlattığı “tehlike” ile, varolan dengenin sürdürülmesinin en geçerli yol olduğu düşüncesine de kapı aralamaktadır. Yönetmenin söyledikleri bir yana, filmdeki üç kadın karaktere (Lou, Lucie ve Doktor) odaklanarak, farklı bir bakış da geliştirilebilir.

Sevdiği bir bohem tarafından hastalığıyla baş başa bırakılan yoksul dikişçi Mimi’yi de, aşığı için aşkından vazgeçen sosyete fahişesi Violetta’yı da verem, soğuk yakınlaşmayı tercih eden aşık erkekler sayesinde öldürebilmiştir. Şarkıdaki, küçük bir gelincik gibi üç kan lekesiyle ölü bulunan, sevmediği bir erkek tarafından sevilen kadın, ya intihar etmiş ya da öldürülmüştür. O şarkıyı söyleyen ve şarkıdaki kadın gibi ölü bulunan Lou, polise göre kendini vurmuş, bu da eleştirmenlerce suçluluk duygusu olarak yorumlanmıştır. Bu yoruma göre Lou’nun suçluluk duymasına neden olan, Paul’ün onun yatma teklifini reddetmesi midir? Paul, Lou’ya ne aşık gibi yaklaşmış ne de sadece sekse dayalı bir ilişkiye yanaşmıştır. Bunun Lou’yu, daha önce yaptıkları gibi Paul’ü de parasını alıp öldürmek niyetinden vazgeçirdiği varsayılsa bile, bu olayın onun geçmişte yaptıklarından suçluluk duymasına ve bu duyguyla intihar etmesine nasıl neden olduğu sorusu ortaya çıkar. Yoksa, Gerard’ın söylediği gibi, Paul’ün Lucie’yle evlenmesini borçlu olduğu şans, onu ölümden de mi kurtarmıştır?

Lou fahişeliği veya parası için adam öldürmeyi, tek başına değil de bir erkek partneriyle birlikte yapıyorsa, belki de o partner tarafından vurulmuş veya onun Paul’e bir zarar vermmesi için kendini feda etmiştir. İzlediği La Bohème operasını La Traviata olarak hatırlaması, kendisini Violetta’yla özdeş görmesiyle ilişkilendirilirse, Lou, sevdiği için kendini feda eden karaktere daha yakın görülebilir. Ancak bunlardan daha önemli olan, operalar, şarkı ve filmdeki dört kadının da ölmüş olmasıdır. Onlara böyle bir sonu hazırlayan, bu sona adım adım gitmelerine yardımcı olanlar da, hikayeleri böyle kurgulayanlar da erkeklerdir. Erkeklerin dünyasında kadınlar ya aşk uğruna ölmekte ya da aşk adına öldürülmektedir. Kendi yazdıkları hikayelerde erkekler ya fail olmakta ya da göz yuman, tanık olan aktör rolünü oynamakta, onlar hatırladıkça ve hatırlattıkça “küçük, nazlı gelincikler”i ölmeye devam etmektedir.

Diğer iki kadın karakter de (Lucie ve doktor), erkek egemen dünyaya itaat etmekte/uymakta, bu uzlaşı için verilen tavizlerin acısı kadar, sağladığı nimetlerden de yararlanmaktadır. Bu dengeyi/düzeni tehdit eden/bozan aktör olarak, sınırlarda yaşamaya itilen öteki kadınlar seçilmekte, onlar ve tehlikeleri, elbirliğiyle savuşturulmaktadır.

Öyleyse hatırlayalım. Kamera da yakalayamaz bazen söylenmeyeni, sessizce geçiştirileni. Mimi, kanaviçeye gül işlemeye, baharı, aşkı düşlemeye devam ediyor. Şarkıda dendiği gibi, gül dururken aşkı nasıl anlatabilir menekşeler. İşte böyle. Gülün kırmızısı aşka, menekşeninki kana dairdir. Ve en çok kadınlara, menekşelere yakıştırılır ölüm. Tanık olduk. Öyleyse unutalım.


[6] http://www.operaturkiye.com/wp1/index.php/synopsis/puccini/la-boheme.html/ https://tr.wikipedia.org/wiki/La_boh%C3%A8me , http://classicalmusic.about.com/od/opera-synopses-l-thru-z/qt/La-Boheme-Synopsis.htm
[26] http://www.theguardian.com/film/2014/may/08/before-the-winter-chill-review