Çarşamba, Temmuz 08, 2015

"zaman geçti ve saat dört kez çaldı"



“zaman geçti
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
dört kez çaldı (…)
kurtarıcı mezarda uyumuştur”[1]
 
Kırık, siyah beyaz bir televizyondan akıyordu o gün görüntüler. Sessizdi ev. Televizyondan gelen ve Madımak’ı ateşe veren güruh slogan atıyordu. Gözlerime inanamıyordum. Çocuk aklım bana “sus” diyordu. Annem bir köşede gözyaşı döküyordu çaresizce. Biz İstanbul’da televizyon başında, onlar Sivas’ta yangın içinde… İnsanın nefesi nasıl kesilirmiş,  çaresizlik, yanmak, hiçbir şey yapamamak ne o gün öğrendim. Sekiz saat geçmedi.”[2]

“Saat 12'de Madımak Oteli'ne vardım. Lobide Arif Sağ çalıyordu. Aziz Nesin iki koruma polisiyle birlikte odasındaymış. Otelde etkinlikler için Sivas'a gelmiş 70 kişiyle birlikte çeşitli asker aileleri de kalıyormuş. Arif Sağ'ın türkülerini bir süre dinledikten sonra 12.30-13.00 sularında Ali Çağan ve Hasret Gültekin'le otelin dışına, yemeğe çıktık. Hasret, yemekte o günün gazetelerinden ve radikal islamcıların dağıttığı cihat bildirilerinden söz etti. Birlikte bildiriyi okuduk.”[3]

“Madımak Oteli. Saat 13.30. Madımak Oteli’nin lobisi kalabalık. Lobidekiler, yarım saat sonra Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında Kültür Merkezi’nde başlayacak Arif Sağ’ın konserine gitmek için son hazırlıklarını yapıyor. Carina Thuijs, aynı odada kaldığı Yasemin ve Asuman Sivri kardeşleri bekliyor. Bu arada lobidekileri izliyor. Oda arkadaşları Yasemin ve Asuman’ın merdivenlerden inişini görüyor; el sallıyor onlara.”[4]



“Carina Cuanna Thedora Thuys Karadeniz bölgesi ve Nemrut dağını, Maryze Schoneveld Van Der Linde ise Akdeniz bölgesini ve sonra Nemrut dağını ziyaret etti. Seyahatler, iki arkadaşta da Türkiye ve kültürüne dair merak duygusunu artırdı. Carina ve Maryze bu merakla bitirme tezleri için Türkiye'yle ilgili çalışmaya karar verdi. Tez, 'Türk kadınının aile içi rolü ve çevre ile ilişkilerini' ele alacaktı.Buna göre Carina asıl olarak Türkiye'de alan araştırması yapacak, Maryze ise Hollanda'daki Türkiye kökenliler arasında çalışacaktı.İki arkadaş çalışmalarına yardım istemek için Sosyal Hizmetler Dairesi'ne başvurdu. Bu sayede Daire'nin Yabancılar Şubesi'nde çalışan Türkiyeli Rahmi Sivri'yle tanıştılar. Sivri, gençlere birçok konuda bilgi verdi ve Carina'nın kendi memleketi olan Çorum'da çalışma yapması için ayarlamalar yaptı.Sonunda planlama yapıldı: Carina, 1993 yazında Çorum'da köylerde (Mollahasan köyü) saha çalışması yapacaktı. Ancak öncesinde yaklaşık iki ay Ankara'da kalmak ve Hollanda'da öğrenmeye başladığı Türkçesini geliştirmek istiyordu. Gitme vakti yaklaşırken Rahmi Sivri Carina'ya, Türkiye'de kalacak yeri olup olmadığını sordu. 'Hayır' cevabı aldığında kendisine daha önce Hollanda'da yaşayan anne ve babasının evinde kalabileceğini söyledi. Carina bu teklife çok sevindi ve hemen kabul etti. Türkiye'yi birlikte gezdiği erkek arkadaşı Michiel ise tedirgindi, Carina'nın gitmesini istemedi. Ancak Carina, 22 Haziran'da gitti. O gün itibariyle günlüğüne Türkiye'yle ilgili notlarını almaya başlamıştı. Carina, Sivri ailesinin gençlerinden Yasemin ve Asuman'la tanıştı. Asuman lise öğrencisi, Yasemin ise Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü öğrencisiydi. İkisi de Pir Sultan Abdal Derneği’nde görevliydi. Yasemin, derneğin kütüphane sorumlusu, Asuman ise semah ekibindendi. Carina bir kaç gün sonra, Yasemin ve Asuman'ın Sivas'ta düzenlenecek şenliklere katılacaklarını öğrendi. Kendisi de katılmak istedi. Asuman ve Yasemin'in annesi Yeter Sivri'nin anlattıklarına göre Yasemin başlarda bu fikre sıcak yaklaşmadı. Yasemin'in programı yoğun olacaktı ve ona zaman ayıramayacağını düşünmüştü. Yeter Sivri, Carina'nın gitme isteğini şöyle anlatıyor: "Yasemin 'orada su bulamayacağız, belki lavabo bulamayacağız, ekmek bulamayacağız, sen bunlara dayanamazın Carina, sen gitme' dedi. Olsun 'ben aç da susuz da kalırım ama geleyim' demiş. Hatta 'orada yeriz, aç kalmayız' diyerek yola çıkarken yanına bir poşet kraker bisküvi almıştı."[5]

“29 Haziran 1993
 Sevgili Anneciğim,
Ben çok iyiyim. Fotoğraflardan burasının ne kadar şirin bir yer olduğunu görmüşsündür. Dil kursu maalesef çok pahalı (500 gulden). Ama bunun yanı sıra, yanlarında misafir olarak kaldığım aileye (tanıdıklarım) herhangi bir para ödemem söz konusu değil. Bazı zamanlar oluyor ki, Hollanda’ca konuşmak ihtiyacını hissediyorum. Fakat bu şekilde (sadece Türkçe ve ara sıra İngilizce konuşarak) Türkçeyi daha çabuk öğreneceğim kanısındayım!..
Önümüzdeki günlerde Sivas kentinde bir Kültür Festivaline gideceğim (8 saat yolculuk). Burada Halk Oyunları ve Tiyatro gösterileri varmış. Sen nasılsın? Hastane de iyi gelişmeler oldu mu? (…)
(Sevgiler)
 (Carina)”[6]

“inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere.
bak nasıl da kar yağıyor.”


“Yeter Sivri, o günlerde Yasemin'le konuşmasında Carina'nın iyi olduğunu, dinlediğini hatırlatıyor: "Yasemin, 'Carina'yı iyi ki Ankara'da bırakıp gelmemişim' dedi. Carina çok mutlu dedi. 'Bir Hollandalı vardı, onunla tanıştırdık, Carina onunla iyi arkadaş oldu, onunla geziyorlar' dedi. 'Metin Altıok'la iyi arkadaş oldu' dedi. 'Aman kızım ilgilenin o misafir' dedim. 'Tabii anne' dedi, 'ilgileniyoruz' dedi." Bunları takiben olanı biteni anlayamadığı son cümleleri geldi Carina'nın: "Fakat ben bütün bunlardan ne anlarım ki?… Dışarıdan yüksek tonda bağırmalar geliyor ama ne olduğunu anlamıyorum……."[7]

“2 Temmuz 1993
Yine her bir şeylere şahit oldum. Şu anda “kapatılmış” bir vaziyette bir otelde oturmaktayız, zira dışarıdaki kökten dinci Müslümanlar dolaşıp duruyorlar. (…) Fakat şimdi işler ters gitmeye başlıyor… Biz uzun bir zamandır otelde oturuyoruz. Dışarıda devasa ve kökten dinci grup (aşırı sağcı) bağırıp naralar atıyor. Bu binada solcu düşünür ve yazar Aziz Nesin’i saklıyorlarmış. Kendisi “Şeytan Ayetleri’ni” yayınlamak düşüncesindeymiş. Bunların hepsi nahoş şeyler. Kendimi çok zor ve sıkıntılı bir durumda hissediyorum, zira biraz sonra burada neler olacak, tahmin bile edemiyorum. Sonunda bu şehrin bir Türk kökten dinciler topluluğunun bulunduğu bir yer olduğunu öğrendim. Bir sürü sloganlar atılıyordu ve bağrışmalar vardı. Bununla birlikte bir sürü de polis vardı. Fakat ben bütün bunlardan ne anlarım ki?… Dışarıdan yüksek tonda bağırmalar geliyor ama ne olduğunu anlamıyorum…….”[8]

“SAAT 14.00. Carina’nın el salladığını gören Yasemin ve Asuman ona doğru yürüyor. Asuman telaşlı;Carina’ya "Telefon geldi mi" diye soruyor. Hayır. Halbuki ağabeyi Yalçın Sivri saat tam 14.00’te arayacağını söylemişti. Yoksa haber tatsız mıydı; ondan mı aramıyordu? Yaseminkardeşini sakinleştiriyor: "Arar merak etme." O sırada lobiye Aziz Nesin geliyor. Herkes hazır; konsere gidilmek üzere otelin kapısına yöneliyorlar. Dışarıdan slogan sesleri gelmeye başlıyor. Oteldekiler dışarı çıkmıyor. Ortalığın sakinleşmesini bekliyor.”


“Yemeğin sonlarına doğru, Cuma namazından çıkan 400-500 kişinin sloganlar atarak yürüyüşe geçtiğini gördük; hemen otele döndük. Otelin önünde birkaç polis memuru vardı. Gösterici grup bir süre otelin önünde oyalandı, sonra Kültür Merkezi'ne doğru gitti. Otelde kültür merkezindeki olayları tartıştık.”

“Koltuklarımıza oturmuş Arif Sağ’ı beklerken ve saat de 14.00’a yaklaşırken dışarıdan bağırtı çağırtılar gelmeye başlamıştı. Sahnedeki mikrofona uzanan biri, sakin olunmasını, dışarı çıkılmamasını salık veriyordu. Tahmin edileceği gibi, bu anonsu takiben hepimiz dışarıya çıktık. Birkaç yüz kadar kişi, en az yarısı kadın ve çocuklardan oluşan bizim gruba elli-yüz metre mesafede toplanmış slogan atıyor, tekbir getiriyordu. Bir süre sonra bizim topluluk da karşı-slogan atmaya başlayınca, benim birkaç metre önümde duran, omuzları yıldızlı, rütbeli bir polisin bize çıldırmışçasına bağırdığını hatırlıyorum: “Onları tahrik ediyorsunuz, slogan atmayın” diyordu. Polis şefi ‘haklı’ydı; “tahrik edenlerin mağdur edenler / saldıranlar değil, mağdurlar olduğu” gerçeği memleketin sıradan bir ‘gerçeği’ydi. (…) Toplananların niyetinin kötü olduğu, yavaş yavaş gelmeye başlayan taşlardan anlaşılıyordu. Güvenlik ihtiyacı konusunda hiçbir zaman devletin kolluk güçlerine güvenilmemesi hususunda gerekli tecrübeyi biriktirmiş olan abiler isabetli bir sezgiyle, sağdan soldan tahta, taş toplamaya başlamıştı bile. Ben ve arkadaşım da abileri izleyerek savunmada kullanılabilecek her türden nesnenin toplanması işine katıldık. Takip eden aşama, karşı topluluğun, Kültür Merkezi’nin arka tarafından, muhtelif sokaklardan taşlarla sopalarla saldırısıydı. İnsanlıktan nasibini alamamış bu kişiler için, yarımızdan fazlamızın kadın ve çocuklardan oluşmasının tabii ki önemi olamazdı. Onlar attıkları her taşla, yaralayacakları, öldürecekleri her insanla, cennet bahçelerine daha bir yaklaşıyorlardı. Bu ilk saldırı başarıyla püskürtüldü. Saldırı sırasında veya hemen sonrasında, saldırgan güruh bizi yarı-kuşatma halinde tutarken, askeri araçlarla bir miktar jandarma da geldi ve arkamızda sıralandı. Polis gibi jandarma da hadiseyi izlemeye programlanmıştı. İzleyip bir süre sonra da oradan ayrıldılar. Saldırganlar Kültür Merkezi’nden uzaklaşmış, -sonradan öğrendiğimiz üzere- şehir merkezine, vilayete yönelmişlerdi.”[9]

“Saat 14.30'du, polisten, Valiliğin, "etkinlikleri iptal ettiği" haberini öğrendik. Bu sırada birkaç polis "Sizi otelden alalım, şehir dışına çıkaralım" dedi. İçeride birtakım tartışmalar oldu, sonra otelden çıkmak için gecikildiğini farkettik. Bu arada yine az sayıda bir grup askerin otelin önüne açılan yolları kestiğini görünce, hepimiz bir parça rahatladık. Çoğunlukla lobideyiz. Dışardaki az sayıda asker ve polise rağmen, Kültür Merkezi'nden dönen gösterici grup, otelin 20-25 metre önünde toplandı. 

Aziz Nesin hâlâ odasında. Garsonların lokantadan getirdiği yemek bile odasına çıkartılmadı, hangi odada kaldığı öğrenilmesin diye. Bu sırada Pir Sultan Abdal Tiyatrosu oyuncuları ve semah ekibi otele geldi. Dışarıda slogan ve tekbir sesleri gitgide yoğunlaşıyordu. Bir ara, grubun dağıldığı ve yeniden Kültür Merkezi'ne doğru gittiği haberini aldık. Bir süre sonra polis telsizinden Kültür Merkezi'nin önünde çatışma çıktığını duyuyoruz: Arif Sağ konserini ve "Medya ve Emperyalizm" konulu paneli dinlemeye gelenler, gösterici grubu püskürtmüşler. Gösterici grup bu kez yeniden otele yönelmiş, bu arada da, birileri, belki de polis, göstericilere karşı koyanları otobüslere bindirip Ali Baba Mahallesi'ne götürmüş. 
Otelin önünde yeniden toplanan göstericiler "Vali istifa", "Burası Moskova değil", "Şeytan Aziz", "Kanımız aksa da zafer islamın", "Dönmeye değil ölmeye geldik" ve "Şeriat gelecek her şey bitecek" gibi sloganlar atıyorlardı.”

“SAAT 15.30
Carina ilk kez tedirgin oluyor. Çünkü sürekli gülen insanların yüzü ilk kez asılmaya başlıyor. Salonda gerginlik var. Sorduğunda, "Türkiye’de olur böyle şeyler, aldırma" diyor arkadaşları. "Birazdan biter." Biteceğe pek benzemiyor. Saldırganlar otele girmeye çalışıyor. Yönetmen Erdal Ayrancı, Ozan Hasret Gültekin, Şehir Planlamacısı Muammer Çiçek, üniversite öğrencileri Serkan Doğan, Murat Gündüz, Ahmet Özyurt otelin giriş kapısına masa ve sandalyelerden barikat kurmaya başlıyor. "Yaşlılar, çocuklar yukarıya çıksın!" deniliyor. Carina, Yasemin ve Asuman’la birlikte odasına çıkıyor. O sırada otele ilk taş atılıyor. Arkasından yüzlercesi mermi gibi yağıyor. Odadan kaçıyorlar. Otelin tüm camları birkaç saniye içinde kırılıyor. Carina herkes gibi koridorda taşların durmasını bekliyor, sessizce.”

“Bu sırada Arif Sağ telefonla ulaşabildiği bütün resmi makamlara hayatlarının tehlikede olduğunu, güvenlik tedbirlerinin yetersiz kaldığını bildiriyordu. Otele ilk taş, Arif Sağ'ın telefonla konuştuğu sıralarda atıldı ve lobinin ön cephesindeki camlar aşağı indi. Bunun üzerine, lobide toplananlardan bir grup üst kata çıktı. Gençler ellerine geçirdikleri, masa, dolap, yangın söndürücüsü gibi eşyayla lobide barikat kurmaya başladılar. Otelde kalanlar sokağa penceresi olan odalardan uzaklaşıp koridora ve merdivenlere sığınıyorlardı.”

“SAAT 16.30
Kalabalığa katılımlar artıyor. Arif Sağ sürekli telefonla Ankara’yı arıyor; yetkilileri haberdar ediyor. Yanıt hep aynı: Korkmayın, askerler geliyor!
Otelde bulunanlar çaresiz. Barikatların arkasında bekleyenler, saldırırlarsa ne yapacaklarını konuşuyor. Herkesin elinde fırça sapı, süpürge sapı, sandalye ayağı var. Kimsenin aklından yangın geçmiyor...”


“Otele atılan taşlar giderek artıyordu. Birden, yangın ihtimali konuşulmaya başlandı. "Su lazım olacak" diyerek, bulunan her türlü kap suyla doldurulup bir kenara konmaya çalışıldı. Aynı sıralarda çevre illerden "takviye birliklerin yola çıktığı" haberi yayıldı. Hepimiz umutlandık. Bir ara Arif Sağ'ın, sokağa bakan odasına çıkıp göstericilerin fotoğrafını çektim. Henüz ikinci kez deklanşöre basacaktım ki yeni bir taş yağmuru başladı. Tekrar koridora döndüm. Herkes birbirine "moralimizi bozmayalım, kendimizi kaybetmeyelim" diyordu. Başta Asım Bezirci olmak üzere hemen herkes, herhangi bir linç ihtimaline karşı kendilerini savunmak üzere şişe, sandalye bacağı gibi etrafta ne varsa yanlarına alıyordu. Artık dışardakiler çevrede buldukları taşları bitirmiş, kaldırımları söküyorlardı... Bazıları da otelin karşısındaki binalara çıkmışlardı. Çatılarda buldukları saksıları ve kiremitleri tekbir sesleriyle otele doğru fırlatıyorlardı. Gençler otelin girişine kurdukları barikatın gerisinde beklerken, bir grup gösterici, polis barikatını aşıp içeri girdiler. Korkunç gürültülerle birlikte kısa bir süre büyük bir mücadele yaşandı ve grup püskürtüldü. Aynı şeyi birkaç kez tekrarladılar... Sivas'a semah gösterileri yapmak için gelmiş olan bu gençlerden hemen hiçbiri canlı dönemedi Ankara'ya...”

“SAAT 17.30
Carina, ekipteki kızlarla birlikte koridorda oturmayı sürdürüyor. 16 yaşındaki lise öğrencisi Özlem ve 17 yaşındaki üniversite öğrencisi Nurcan Şahinkardeşlerle sohbet ediyor. Aynı anda Özlem, çantasından çıkardığı rengárenk iplerle üniversite öğrencisi 19 yaşındaki arkadaşı Handan Metin’in saçını örmeye başlıyor. 12 yaşındaki Koray Kaya, başını ablası 17 yaşındaki Menekşe Kaya’nın dizine koymuş, hiç sesini çıkarmadan yatıyor. O sırada yanlarına karikatürist Asaf Koçak geliyor; mızıka çalıyor.”


“Lobide bu çatışmalar olurken Aziz Nesin de eline bir demir çubuk almış, odasından çıkmıştı. Bu sırada fotoğraf çekerken kireç gibi yüzüyle bir kadın yanıma yaklaştı ve "Bunları çekiyorsun ama hiçbirisini göremeyeceğiz" dedi. Takviyenin gelmesinden yavaş yavaş umudumuz kesiliyordu. Bu sıralarda Aziz Nesin, Erdal İnönü ile görüştü. İnönü'ye telefonda güruhun sesini ve camlara fırlatılan taşların sesini dinletti. Erdal İnönü yanıt olarak "Her türlü tedbirin hızla alındığını" söylemiş. Aynı anda Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu otelin önüne gelmişti. Kalabalığa hitaben kısa bir konuşma yaptı. "Biz Sivaslılar olarak bu konuda yeteri kadar tepkimizi gösterdik, artık dağılın" dedi. Gösterici grup, Aziz Nesin'in kendilerine verilmesi yönünde sloganlaratıyordu. Ayrıca Kültür Merkezi'nin önüne dikilen halk ozanı anıtıın da yıkılıp otelin önüne getirilmesini ve burada yakılmasını istiyorlardı.”

“SAAT 18.30
Kalabalık yedi saattir otelinde önünde. Kültür Merkezi önündeki Ozanlar Anıtı yıkılarak otel önüne getiriliyor; parçalara ayrılıp otele fırlatılıyor.


Bunun üzerine belediye başkanı heykeli yıktırıp otelin önüne getirtti. Anıtı, otomobillerden çektikleri benzinle tutuşturup yaktılar. Aralarında Arif Sağ'ın otomobilinin de bulunduğu birçok otomobili ateşe verdiler.

“SAAT 19.30
Yalçın Sivri, saatlerdir aradığı otelin telefonunu nihayet düşürebiliyor. Kız kardeşi Asuman’la konuşmak istediğini söylüyor. Asuman’ın telefona gelmesi zor. "Biz aradığınızı söyleriz"diyor oteldekiler. Ağabey Yalçın, "Söyleyin kardeşime karnesini aldım; takdir almış"diyor. Asuman’ın bütün gün beklediği haber nihayet gelmişti işte; sınıfını takdirle geçmişti. Sevinçli haberi aldı mı, bilinmiyor. Çünkü... Saat tam 19.50’de otelin elektrikleri kesiliyor...  Sonra... Duman kokusu... Ardından... Kavurucu bir sıcaklık... Ve alevler... Karanlığın içinde herkes bir yana savruluyor. Carina, terasa ulaşmak isteyen semah grubunun arasında. Ulaşamıyorlar. Carina ile birlikte o koridorda oturan semah grubunun gencecik kızları; Yasemin, Asuman, Belkıs, Handan, Gülsüm, Gülender, Huriye, İnci, Menekşe, Nurcan, Özlem, Sehergül, Serpil, Yeşim... Hiçbiri kurtulamıyor.”

“Otelin içine yoğun bir gaz kokusu yayıldı. Saat sekize geliyordu. Bu kokunun nereden geldiğini anlamaya çalışıyorduk ki elektrik kesildi. Koridor ve merdivenler gözgözü görmez bir karanlığa büründü. Aşağıda gençler içeri girmeye çalışanlarla mücadele ederken, genç kızlar dördüncükata çıkarıldı. Ben o sırada üçüncü kattaydım. Bir toz bulutundan başka bir şey seçemiyordum. Artık cesaret ve umut tümüyle tükenmişti. Birileri alt kattan "Çantalarınızı alın, gidiyoruz" diye seslendi. Çantalarımızı alıp el ele tutuştuk. Birinci kata doğru indik. Birinci kata geldiğimizde aniden bir parlama ortalığı aydınlattı. Birinci kattaki odalar yanmaya başlamıştı. Bez topaklarını gaza ve benzine bulayıp yakmışlar ve içeri atmışlardı. İçerde her şey zaten sentetikti ve bir anda yangın yayıldı, her yer dumana boğuldu. Bütün kontrolümüzü yitirmiştik. Herkes çığlık çığlığa bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordu. O sırada aşağıdan "İçeri giriyorlar" diye bir ses duyuldu. Birden panik doruğa ulaştı. Sıcak ve duman dayanılmaz haldeydi. Nefes almakta güçlük çekiyorduk. Ben birinci katla ikinci kat arasındakimerdivenlerde kalakaldım; ikinci kata çıkanlar da korkunç bir alevle karşı karşıyaydılar. Artık çığlıktan başka bir şey duyulmuyor, alevlerden başka da bir şey görünmüyordu. Olaylar başlamadan önce karikatürlerindeki devekuşu simgesini ne kadar çok sevdiğini bana uzun uzun anlatan Asaf Koçak'ın yanımda olduğunu farkettim. "Üst kata çıkalım" dedi. Ben yerimde çakılıp kalmıştım, çıkamadım; O çıktı ve orada öldü! Birinci katın koridorundan dipteki odalara doğru yürüdüm. O sırada hissettiğim sonsuz bir yalnızlık duygusuydu, kendi kendime "Bitti" dedim. Herhalde artık nefes alamıyordum, ama birden bir serinlik çarptı yüzüme; karanlığın içinde bu serinliğe doğru yürüdüm; vardığım yer, penceresi hava boşluğuna bakan bir odaymış. İçeride başkaları da vardı. Bu serinliği izleyip gelen 31 kişi Sivas'tan canlı ayrılacaktı.”

“Camdan baktığımda üçgenimsi bir küçük bölüm gördüm. Burası bizi bir süre koruyabilir diye düşündüm. Eşim yanımda olduğu ve onu korumam gerektiği için kurtuldum. Çünkü eşimin gözlemine göre yanında eşi olmayan arkadaşlar hep bir aradaydı. Yangında dumandan boğulup ölenler de onlar oldular. 19:30’da elektrikler kesildi. Otel karanlığa gömüldü. 19:50 sıralarında aşağıdan gaz ve yanık kokuları gelmeye başladı. Biz merdiven başlarında, koridorlarda, kapı önlerinde bekliyorduk. Özellikle yanında eşi, hanım arkadaşı olmayan arkadaşlarımız; Metin Altıok, Behçet Aysan, Erdal Ayrancı, Uğur Kaynar, Kamber Çakır, Asım Bezirci lobi ile 1. kat arasındaki kahvaltı salonunun merdivenlerinde, kadınlara, çocuklara karşı olası bir saldırıyı önleyebilmek için barikat kurmuşlardı. Çocuklar, gençler merdivenlerde oturuyorlardı. Aşağıdan bir ses “Arkadaşlar aşağı gelin” dedi. Merdivenlere yöneldik. Ama daha iki basamak inmeden bizi yoğun bir sıcaklıkla duman karşıladı. Aynı anda ses “Arkadaşlar yukarı” dedi. Sıcaklık ve duman sürekli yukarı çıkıyordu. Aklıma o üçgenimsi yer geldi. Karanlıkta karımın elinden tutmuşken, karanlığa, “Arkadaşlar, arka odalara yürüyün, kapıları pencereleri kırın” diye, Camdan dışarı çıktık.”[10]



“ve bu dünya yılan yuvasına benziyor
ve bu dünya
öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki
seni öpüyorken
kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar.”

Bir süre sonra pencereden aşağı, boşluğa atladık. Öteki binanın iki penceresi bu hava boşluğuna bakıyordu, pencereleri zorladık. Burası Büyük Birlik Partisi Sivas İl Merkezi'nin pencereleriymiş. Bir süre sonra camlar açıldı ve içerdeki birkaç adam, bizi oraya almak yerine küfredip bağırmaya başladı. Ben adamlardan birinin ellerine sarıldım, yaşamak için oraya girmem şarttı. Ama onlar bunu anlamıyormuşcasına ellerine geçirdikleri sopalarla beni ve benimle birlikte boşluğa atlamış olanları ittiriyorlardı, ısrarla...

“Bu kez karşımızda iki Aczimendi, sopalarıyla bizi karşıladılar. “Geldiğiniz yerden çıkın, buraya gelmeyin” deyip ağız dolusu sövgüler yağdırdılar. Yanımızda Şair Ali Yüce'yle karısı o zaman 65 yaşında olan Nimet Abla vardı. Ona da ağır küfürler ediyorlardı. O da öyle sakin, güzel bir insan ki “Evladım ben sizin anneniz yaşındayım, nasıl böyle sözler söylersiniz” dedikçe onlar daha çok sövüyorlardı.”[11]

"Sizi buraya biz mi çağırdık, ne haliniz varsa görün" diyorlardı. Biz yine de ağlayarak yalvarmayı sürdürüyorduk. Oteldeki çığlıklar dinmemişti. Tam o sırada partinin il yöneticilerinden yaşlı bir adam pencerenin önüne geldi ve elini bana uzatıp "Gel kızım" dedi; 31 kişinin hayatını kurtarıyordu...

“Baktım, o iki Aczimendi gitmiş, karşımızda tıknaz, kır saçlı bir adam bize “Gelin arkadaşlar” diyor. Bir anda öbür pencerede Aziz Nesin'in bir korumasını gördüm. İki koruması daha önceden kaybolmuştu. Üçüncü koruma elinde telsizle “Arkadaşlar gelin” dedi. 31 kişi öyle geçtik oraya. Bir salona alındık, gittiğimiz yerin BBP İl Binası olduğunu bilmiyorduk. Onlar da şaşkındılar, bize nasıl davranacaklarını bilmiyorlardı. Çünkü BBP'nin Alperen Ocakları militanları dışarıda oteli taşlayanlar arasındaydı. Kadınları ayırdılar, çünkü o partinin kadın üyesi yokmuş. Kadınlar mutfak tarafına geçti, salona bizi aldılar. Cam kıyılarına da kendi üyelerini oturttular, dışarıdan bakanlar içeride sadece BBP'liler var desinler, diye. Sayım yapıldı. 45 dakika kadar orada oturduk. Aziz Nesin'in koruması komiser oradaydı, telefonun başına geçti. Belediye'den bir personel aracı sağladı bize. Işıkları söndürülmüş merdivenlerden, ışıkları söndürülmüş personel aracına bindik Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldük.”[12]

 “BBP İl Başkanı Ahmet Yıldız: Saat 19.00-19.30 sularında biz parti binamızda 8-10 kişi oturuyorduk. Ön tarafta salon, arkada da iki tane oda vardı. Parti daireden bozmaydı. Büyük odanın camları aniden kırıldı. Bizim arkadaşlarımızla onlar arasında münakaşalar, bağrışmalar oldu. Ben diğer arkadaşlarla beraber koridordan yatak holünden arka tarafa, odalara geçtim. Partinin arka tarafında 1 metre genişliğinde aydınlığımız vardı ve yüksek duvarlarla çevriliydi. Başka binalar da oraya bakıyordu ama hiçbirinin penceresi yok sanıyordum. Meğer pencereden dışarı bakınca sağ tarafımızda da 100-150 santim yüksekliğinde aydınlık devam ediyormuş ve bu arayı saçla, ahşapla kapatmışlar. Pencereden kırılan camdan baktığımda insanların o saçları yatırdığını ve onların üstünde toplu şekilde, korkmuş vaziyette durduğunu gördüm. “İl başkanıyım, bütün sorumluluk bana ait, lütfen partiye gelin” dedim. İçlerinden yaşlı bir bayan, “Öleceksem de burada öleceğim” dedi, girdi. Onun peşinden de diğer insanlar girdi. Toplam 35 kişiyi içerde ağırladık. Tabi içeri girdikleri zaman bir karışıklık oldu. Münakaşa falan olmasın diye konuşmayı yasakladım. Bir süre sonra dışardan silah sesleri gelmeye başladı. Herkesi yere oturttum, dışarısı kalabalık olduğu için apartmanın girişine iki kişi bıraktım. Kardeşime bile ‘otelden buraya sığınanlar oldu, burda birileri var` demedim. Çünkü o kalabalık duyarsa, partimizi de basarlar diye korkuyorduk. Emniyete de haber vermedik. Oradaki insanlardan ikisinin cam kırılması nedeniyle eli kanıyordu, onları bir arkadaşımla hastanaye gönderdim. Partide otururken sakinleştikten sonra, hatta ikinci çaylarını içtikten sonra gelen arkadaşlardan ikisi ağlamaya başladı. “Orada arkadaşlarımız kaldı, onları da kurtaralım” dediler. İki kişi ve ben arka tarafa doğru yürüdük. Yatak olan kısımda kapıyı açtığımız zaman, arka iki odanın tamamen dumanla dolduğunu gördük. “Ben gelemem. Siz arkadaşlarınızı getirebilirseniz, getirin” dedim. Onlar da biraz sonra benim peşimden gelip geri döndüler. Silah sesleri kesildikten sonra emniyete telefon ettik ve 35 arkadaşın 2`sini hastaneye gönderdik. 33 arkadaş için de sivil bir araba gönderdiler, 33 kişiyi teslim ettim. Sarıldık, öpüştük. “Geçmiş olsun” dedik, gönderdik. Yukardaki insanların havasızlıktan dolayı vefat ettiğini ancak eve geldikten sonra televizyondan duydum. Velhasıl göz göre göre saat 14.00`den 17.00`ye kadar bu kalabalık seyredildi orada, bir şekilde dağıtılabilirdi. Burada emniyetin basiretsizliği var. Yangın da zaten 18.00-18.30 gibi oldu. O zamana kadar bu kalabalık dağıtılırdı.”[13]

Yaşadığımıza hâlâ inanamıyorduk. Koridorda sıkıştığımızı sanmıştık, kurtulamayacağımıza inanmıştık. Oysa tersine umutla üst katlara çıkanlar öldü. Partide geçirdiğimiz bir saat içinde bunun böyle olduğunu bilemiyorduk, çünkü otelin üst katlarındaki sesler kesilmişti, zannetmiştik ki itfaiye geldi ve onlan kurtardı. Kurtulamadılar... Aslında Aziz Nesin de dahil, içerdekilerin kurtulup kurtulamadığını bilemiyorduk. Sonradan öğrendiğimize göre alevler ve duman iyiceyükseldiğinde Aziz Nesin ve Lütfi Kaleli otelin dördüncü katma kadar çıkmışlar. Atılan taşlara rağmen pencerelerden sarkarak yardım istemişler. Üstünde bir itfaiye eriyle birlikte araç yaklaşmış, o arada "O ölecek olan adam, onu kurtarmayın" diye sesler çıkınca itfaiye eri geri inmiş. Ama bu arada zaten yolu yarılamış olan Aziz Nesin ve Lütfi Kaleli aracın üstüne inmişler. O arada bir saldırgan elindeki sırıkla Aziz Nesin'e hücum etmiş ve dengesini bozmuş; Aziz Nesin kafasını ciddi şekilde yaralamış. Hemen Kayseri'ye doğru yola çıkmışlarsa da Aziz Nesin çok kan kaybettiğinden üniversite hastanesine yönelmişler.İlk yardım yapılmış, sonra "bilinmeyen bir yöne doğru" gitmişler. Bir kandırmaca yaşatmışlar saldırganlarla Aziz Nesin arasında... Bütün bu ölüm korkusu içinde bir de "tuhaflıktan" söz etmek lazım. Bir insanın varlığının ne kadar anlamlı olduğunu düşündüm, unutmak hiçmümkün değil. Aziz Nesin'e, biri telsizli komiser, öteki otomatik silahlı iki polis koruma vermişler. Olayların patlak verişinden bir süre sonra silahlı olan gözden kayboldu. Telsizli komiser ise bizimle birlikte canını dişine taktı; barikattaki gençlerle birlikte saldırganlara karşı koydu, hava boşluğuna açılan pencereden inmemizi sağladı, sanki en yakın dostlarıymışız gibi davrandı hep... Unutmak mümkün değil...

“Sentetik halıların yanmasından oluşan zehirli dumanın şey ettiği söyleniyor... Olabilir. Çok pis genzi yakıyor, mahvediyor insanı. Burnunun direği kırılıyor. İçeride 5 dakika duramadım. Girip çıkıyorum. İçeride telsiz sesi duydum. Sesin olduğu yere gittim, Aziz Nesin. Telaşlanmış, beyaz saçlı, gözleri yuvadan fırlamış. O komiser mi, komiser muavini mi, bana dedi ki, “Hocayı dışarı verelim. Merdiven kuruluyor” dedi. Ben hemen koluna girdim Aziz Nesin’in, beraber merdivene verdik. Nereye gitti, bilmiyorum, daha ben içerdeyim. Otelin üst katlarına doğru çıktım. Fener bulmuştum bir yerden. Şıpır şıpır itfaiyenin sıktığı sular, duman, karbondioksit gazı zaten var. O arada koridorlarda feneri tuttuğumda, insanlar üst üste. Elleri, nabzı var mı, atışı var mı diye, elim sıcaklığıyla yapışıyordu insanlara... Yine bir inilti duydum az ilerde. Genç bir kız. Vurdum sırtıma aşağı indim, ambulansa bindi gitti. (…) Emniyet Müdürü anons ediyor, diyor ki: “Zor kullanayım Valim.” “Zor kullanma” diyordu Vali. Yani burada zor kullanılsaydı sonradan yaşanacak olaylar olmayacaktı. Buradan, Sayın Vali zaten alt kata, sığınak gibi yere inmişti. Ordaki cam çerçeve indi. Temel Karamollaoğlu, zamanın belediye başkanı, topluluğa hoparlörden “Sakin olun”, “Taşkınlığa meydan vermeyin” diye yatıştırıcı konuşma yaptı. Yatışmadı. Daha da azgınlaştı o topluluk. Zaten ben topluluğun arkasından gittiğimde Madımak Oteli’nin önü 10 bin, 15 bin kişi olmuştu. 450 kişi polis kuvvetin var, tüm kuvveti Kültür Merkezi’ne yığıp da biz onları zaten 10 dakikada dağıtırdık. Prim verildi topluluğa. Madımak Oteli’nin önünde bulunan tüm araçlar, taksiler ne varsa devrildi, yakıldı. Otelin içine girdim. Oteli kordona aldığımız 50-60 kişilik polis kuvvetiydi. Nerdeydi yani 400 kişi, neredeydi? 15 bin kişi içinde kayboldu mu, ne oldu? Ben bilmiyorum...”[14]

Yeter Hanım, dönemin siyasi sorumlularının da yargı önüne çıkarılmasını istiyor: “Belki de şu anda cezaevinde yatanlar suçlu değil, nereden bileceğim. Sokaktan topladıklarını götürdüler. Sivas katliamının esas suçlusu baştakiler, çünkü olaylara müdahale etmediler. Demirel, Çiller ve Özal sabıkalı Sivas’tan. Demirel’den, Çiller’den, Özal’dan, İçişleri Bakanı, Kültür Bakanı’ndan halkın huzurunda davacıyım. Hepsinin yargılanmasını istiyorum. Erdal İnönü öldü ama Hak huzurunda ahirette davacıyım.”[15]

Erdal İnönü: Sivas’ta bir ihmal var, ama nereden kaynaklandığını anlayamadım. ‘Orada yeterince güçlü bir komutan ya da vali olsaydı müdahale edip durdururdu’ diye düşünüyorum, ama öyle olmadı anlaşılan. Oradaki yerel yönetim, zaaf gösterdi. Hükümet de acemilik etti. Belki oradakilerle daha sıkı temas etseydi, İçişleri Bakanı Vali’ye ‘Ne yap yap, durdur’ deseydi, daha farklı olabilirdi. O bakımdan hükümetin ortak sorumluluğu var. Ben de hükümetteydim, benim de sorumluluğum var. Gerçi ben uzaktaydım, bir şey yapmak için en zor durumdaydım, ama sonuçta hükümetteydik hep beraber. Demek ki tahmin edemedik böyle birşey olacağını. Zamanında müdahale edemedik. Oradaki durumu engelleyememek, birtakım masum insanların ölümüne sebep oldu; acıklı olan o... Onu affetmedi bizim partililerimiz... Ne zaman bir toplantıya gitsem ‘Sivas’ta katliamı niye durdurmadınız’ diye suçluyorlar. Ben anlatıyorum baştan sona kadarÖ Birşey söylemiyorlar, ama benim gerekeni yapmadığım, hata ettiğim şeklinde bir izlenim hep devam ediyor. Çünkü kendi canları yandı. Sivas’ta zulüm görenler beni seven, sosyal demokrat insanlardı. Bir kısmı Alevi idi. Tabi Aleviler, onları seven birisi Başbakan Yardımcısı iken kendilerine hiçbir kötülük gelmeyeceğini düşünüyorlardı. Onları seven birisi iktidardayken bu iş nasıl oldu, onu bir türlü anlayamıyorlardı. O yüzden de bu talihsiz sonuçtan dolayı beni affetmediler. ‘Senin bizi koruman gerekirdi, niye korumadın’ dediler hep...“[16] 

“Jose'nin Göğü'nü, Asım'ın, Behçet'in, Metin'in, Hasret'in göğü olarak düşünelim isterim...  
 
Josê’nin Göğü
 
bir düzlükte vurdular gençliğini
çayırların tutuştuğu ateşle
işte orada, o sebepsiz kıraçta
bir çığlığa sustum
bir geceye söndüm
sonra ilerleyen pazar            
durmadan kararan kanla
beni kendine kattı
 
ah o zalim derinlik
üzdün gözlerimi, yalnız
bi vakit bir düzlükte bulundum
oysa eriyip gitmek isterdim
atınla yazılmış o ıssızlığa               
kanatlarıyla geçtiğin rüzgâra
 
bir çiçeği savunmanın sesi,
ellerinle dokunmak için
dünyaya nişanlanan isyana          
taşıdın kendini o büyük sonsuzlukla     
 
bir düzlüğün bir dağı geçişi                       
bu olmalı işte korkunç büyük yenilmek
dört nala göğü boşaltmak
 
jozê, bu yazı bir gençlikte anlatılmaz
Cenk Gündoğdu”[17]

“zaman geçti
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
dört kez çaldı (…)
kurtarıcı mezarda uyumuştur
ve toprak, ağırlayan toprak,
dinginliğe bir belirtidir.”